Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

13 Aralık 2017 Çarşamba

Selfie ya da Kendine Gülmek


Fotoğraf, en güçlü anlama sahip olan görüntüsel göstergelerden biri. Bir anı donduran, geleceğe bırakan, bazen haber veren, haber verirken bazen iç burkan, bugünden yarına kalan bir gösterge. Belki de insanın bir anlamda kendini var etme çabalarından biri, yarına kalmak, iz bırakma telaşının bir örneği fotoğraf.

Fotoğraf, tek başına geniş bir söylem ve anlam alanına sahip. Doğa, mimari, anı, haber, portre fotoğraflarının her birinin geniş bir alanı var tartışmaya açılabilen. Akıp giden zamanı donduran, yarına bırakan, objektifin ardında olana anı dondurma gücü veren, objektifin önündekine yıllar sonraya kalma mutluluğu sağlayan bir görüntü oluşma anı fotoğraf. Anı dondurmak öyle önemli ki demek insan için, fotoğraf makinelerinin kalitesini belirleyen ölçütlerden biri ne kadar hızlı olduğu yani saniyenin kaçta kaçını kaydedebildiği. Enstantane hızı dedikleri…

Görselin, birçok iletişim biçiminin önüne geçtiği günümüzde sosyal ağlar dediğimiz şeyler bizi yazı ile değil görsel ile anlatmaya çağırıyor. Hele ki sonsuz sayıda fotoğraf çekme imkanı sunan dijital görüntü oluşturma sistemleri varken elimizde. Artık sayılı kare yok elimizde film kullandığımız dönemde olduğu gibi… Deklanşöre basmak için düşünmeye gerek yok artık. Dijital fotoğraf elindeki ya da gözünün önündeki görselin kıymetini bilmemeyi de getiriyor belki. Görsel müsriflik tam da içinde bulunduğumuz.

Fakat bu yazı fotoğraf üzerine değil, son yıllarda gelişmiş ve artık neredeyse hayatın vazgeçilmezi haline gelmiş olan selfie üzerine.

Elimizin altında her an fotoğraf çekebileceğimiz telefonlar varken kendi kendine, kendi dijital suretini oluşturma isteği belki de kaçınılmaz. “Ben”in odağında yaşamaya çağrıldığımız günlerde objektife poz vermek rutin işlerden biri belki de. Yazık ki yalnızlık toplumunun da bir göstergesi selfie. Fotoğraf çektirmenin ritüellerinden biri olan objektifin ardındaki yok artık. Fotoğrafı çekilen objektife gülümserken (hep gülümsenir fotoğraflarda, yarına mutlu kalmayı ister hep) dolaylı olarak objektifin ardındakine de gülümser ve kaydedilen, dondurulan an aslında objektifin ardındakinin yarına bırakmak istediği andır, deklanşöre ne zaman basacağı, hangi anı donduracağı onun tercihidir. Fakat selifie de ise boşalmıştır artık objektifin ardı. Objektifin önünde de ardında da duran “ben”dir. Gülümsediğiniz de, gülümseyen de, karar veren de, hakkında karar verilen de aynı kişidir. Fotoğrafı çekilen ve fotoğrafı çeken… Hem özne hem de nesnedir artık birey fotoğrafı çekilirken ya da fotoğrafı çekerken.

Selfie, kendini sevmekten çok kendine bir hayranlıktır çoğu zaman. Kendine olan hayranlığından suya düşerek boğulan Narkisos’un kuşaklar sonraki torunlarıdır “like”lar içinde boğulanlar.

Tekniğin ve teknolojinin getirmiş olduğu bir şeydir selfie. Cep telefonlarına ön kameranın eklenişiyle kendini, dijitale kaydetme arzusu perçinlenmiştir, çekilen görüntüyü “paylaş”abileceğimiz ve etrafımızı saran dijital ağlar da bu arzuyu daha da körüklemiştir. Hem kendi suretini dijital olarak var edebilmek, kimseye ihtiyaç duymadan hem de gerçek benliğini güçlendirmek dijital dünyadan onay alarak.

Sosyal ağların narsizmi arttığı yönünde sonuçlara varan araştırmalar varken, selfie ise artı bir narsizmi getirir. “Ne yapıyorsun?”, “Ne düşünüyorsun?”, “Neredesin?”, “Hayatında yeni ne var?” ve türevleri bir çok soruyu sorma hakkını kendinde bulan sosyal ağlar, “ben” dışındakileri silip götürür. Diğerleri sadece bizlerin ne yaptığını bilmek için var olan nesnelerdir sosyal ağlarda. “Arkadaşlarına ne  yaptığını söyle” ya da “arkadaşlarına nerede olduğunu bildir” diye bize emirler verilir. “Arkadaşlar” denilen kendimizi göstererek onay almamızı sağlayan mekanizmadan başkası değildir.

Görünmenin makbulleştiği günümüzde görünmemek düşünülemez bir şeydir. Görünmüyor olmak yaşanabilecek en büyük kabustur belki, bir insana verilebilecek en büyük cezadır teknolojinin gelişimi ile ilgili distopik bir dizide olduğu gibi. Sosyal ağlar, bize görünür olmayı dayatır, öyle şiddetle değil, baskı ile de değil, rıza ile dayatır, rıza ürettirir. İnsanın kendini belki bir parça kayırışına tutunarak “ben” değerinin ortaya çıkışını birçok başka etkenle birlikte kolaylaştırır.

“Ben” sadece yazıya dökülmek istemez, görünür olmak, kopyasını bırakmak ister. Görünür olmak, fiziken görünmeyi; görünür olmak nerede olduğunun bilinişini; görünür olmak, ne giydiğinin gözükmesini ister. Fotoğraf çekmenin çoğaldığı, yalnızlığın ise arttığı dünyada her anının kaydedilmesini isteyen kişinin kendinden başka kimsesi yoktur. Objektifin ardında da olsa gülümseyeceği bir yüz yoktur güzel bir anı yaşarken, kendinden başka. “Çekiyorum” diye sizi hazırlayan biri yoktur, yarınlara gülüşünüzde. “Ben”, “ben”imledir.

Güldüğünüz/güldüğümüz kendi yalnızlığımızdan başka bir şey değildir. 

17 Ekim 2017 Salı

Gündem Belirleme

Gazetecilik alanında gündem belirleme olarak bilinen bir kuram vardır. Temeli medyanın toplumun nasıl düşüneceğini değil ama ne hakkında düşüneceğini belirlemesine dayanır, ardıl çalışmalar ne düşüneceğini de belirlediği üzerine sürmüştür ve hala da çalışılan alanlardan biridir. Fakat toplumsal bir gündemin dışında her insanın kendine has bir gündemi var elbette.

Bireysel gündemlerimiz var hepimizin. Ne giyeceğimizden, ne yiyeceğimize, nereye gideceğimize, ne alacağımızıa ne satacağımıza, ne okuyacağımıza ne yazacağımıza kadar pek çok şeyi şekillendiren. Esasında herkesin gündemi kendi meselesi, kendi derdi, kendi sorunu. Dert derken sıkıntıdan ziyade bir şeyleri dert edinme, onlar üzerine kafa yorma meselesi. Lakin herkes kendi gündeminde yaşar giderken ve gündeminizin kesiştiği insanlarla ilişkiler kurarken odaklanmak gerekli olan gündemin dışında buluverirsiniz kendinizi çoğu zaman. Aynı gündem belirleme kuramında olduğu gibi birileri size ne hakkında düşünmenin gerektiğini fısıldamıştır ve belki de siz onun iç sesiniz sanmışsınızdır. Ancak o iç sesten ziyade muhtemelen tam da bir dış sestir. Hayata dair kaygılarınızın dışında bir hengamenin içinde buluverir birden insan kendini. Yanınızda yörenizde olanların gündemleri sizin gündeminizi saptırır, belki sizin gündemleriniz de onlarınkini. Gündem geçişi bu şekilde sağlanır. Karşınızdaki kişiler dünya ve kendi aralarında mutlu bir bağlantı olduğunu ve sadece kendileri için döndüğünü düşünüyorlarsa sizin kendi gündeminizin onlar için bir anlamı yoktur, kendilerini dayatırlar. Sizin ne yaşadığınız onları hiç de ilgilendirmez.

Bitmek tükenmek bilmeyen bir çok konunun ortasında hisseder insan kendini. Düşünülecek çok şey, yapılacak çok şey vardır her zaman. Fakat bunların hangileri gerçekten “gerçek gündem”dir. Belki de o gerçek gündem hiç aklımıza gelmeyendir. Durup düşünmeye, gündeminizi gözden geçirmeye fırsatınız olduğu noktada büyük ihtimalle çoğu şeyi ıskaladığını fark eder insan. Yıllardır ertelediği çiviyi çakmadığını, arkadaşıyla oturup uzun zamandır derinlemesine konuşmadığını, kendisine sadece kendisi için zaman ayırmadığını, açan çiçeklere bakamadığını… Gerçekten hayata dair olanları… Toplantılar, kredi kartları, yığılı dosyalar, sorunlar ve bitmek bilmeyen başka sorunlar aslında ne kadar da suni ve kısır bir gündemdir. Zira onlar hiç bitmeyecektir, ama ömür tükenmektedir. “Hayatın içinde ne manalı” sorusunu sormak elzemdir. Verilen cevaba uygun davranmak da gerekliliktir. Söz-eylem birliği şarttır, bir duruş için. Söz başka eylem başka ise büyük bir yanılgıdır içinde bulunulan.

Pek çok insan hayatındaki değerli şeye aile yanıtını verir büyük ihtimalle, eşi, çocuğu, annesi, babası… Belki de başka değeri vardır bunun yerine koyduğu: kariyeri olabilir ya da bir davası ya da başka bir şey. Fakat aileden yola çıkarsak -ki cevap ne olursa olsun onlara da uygulamayabilmek mümkün söyleyeceklerimizi- en önemli değer olarak gördüğümüz şey, muhtemelen en fazla ihmal ettiğimizdir. Çocukları için gece gündüz çalışan anne-babalar çocuklarının yüzlerini görmekte zorlanır, çünkü onlara iyi bir hayat verebilmek için -ki iyi hayattan kasıt sadece maddi imkanlarla sağlanan bazı değerlerden oluşur- onlardan ayrı kalması gerekir. Birlikte iyi vakit geçirmek için didinen sevgililerin romantik yemekleri iş telefonları ile bölünür mesela. Birileri gelir gündeminizi değiştirir mutlaka ve birden farklı bir gündeme geçilivermiştir.

Rahat ettirmeye çalıştığımız insanlar en çok feda ettiklerimiz oluverirler. Durup düşündüğünüzde bir çok başka insanla uğraşırken esas dönüp bakmanız gerekenlere bakmadığınızı idrak eder ve bunun ağırlığını yaşamaya başlarsınız belki de. Onlar nasılsa oradadır, başka kişileri işleri ise bekletmemek lazımdır. Her zaman sizin yanınızda olacağını düşündüğünüzü güvendiğiniz dostunuzla en son ne zaman tam olarak kendinizi vererek zaman geçirmişsinizdir. Muhtemelen  “çok istiyorum görüşelim ama hiç vaktim yok” demişsinizdir ya da o size demiştir. Oysa bir çay ya da kahve zamanı ayırmak hiç de zor değildir. Anlamsız iş yemekleri, toplantılar, sırf sosyalleşmek olsun adet yerini bulsun diye gidilen iş yemekleri... Ama sizin vaktiniz yoktur değil mi?

Bir gün gelir gerçek gündem fark edilir, suni olarak oluşturulmuş ve yapışkan bir şey gibi etrafınızı sarmalamış olan şeyi söküp atmaya, nefes almaya çalışırsınız. Derinlerde saklanmış olana yönlenmeye başlarsınız, artık kendi gündeminizi kendiniz belirlemeniz gerekliliği ortadadır, başkalarının sizi manüpüle etmesine karşı durmalı, belki sizi hiç de ilgilendirmeyen konularla ilgili derin düşüncelere dalmanın saçmalığı yüzünüze vurmalıdır.

Haber merkezlerinin vazgeçilmez sorusudur: “Gündemde ne var?” Günün önemli gelişmeleri belirlenir, neler takip edilecektir, hangisi daha önceliklidir. Bu birkaç kişinin belirlediği konular (aslında onlarınkini de belirleyen vardır ama şimdilik burada kalsın bu konu) milyonlarca insanın hangi konuyu düşüneceğini belirler. Haber gündemi dışında da günlük hayatınızda birileri sizlere dayatır bazı konuları, nelerle meşgul olmanız gerekliliği örülür etrafınıza. Lakin şimdi haber masasının başına tek başınıza geçmek ve kendi gündeminizde neler olduğunu önünüze yaymak gerekliliktir. Öncelikleri belirleme, manşetinizi atma zamanıdır. 

11 Ekim 2017 Çarşamba

İkinci Mektup

Cevabın beni ne kadar sevindirdi bilemezsin ama en önemlisi senin de benim kadar coşkulu olmandı. Sen de yazmaya, anlatmaya ne kadar hasret kalmışsın. Bir kez daha sana bu kadar geç yazmanın, seni bu kadar geç fark etmenin hüznünü yaşadım. İhtiyacı olan iki yürek böyle buluveriyor işte sonunda birbirini demek ki…

Satırlarını heyecanla okudum, sorularına ve sorgulamalarına tanıklık etmek ne güzel. “Kafam dağınık, oradan oraya atlıyorum” demişsin, olsun ne sakıncası var. İnsanlar bir iki konu üzerine bile düşünmezlerken, bir çok farklı konunun zihnini meşgul etmesi güzel olmalı. Biliyorum, insan sıraya koymakta zorlanıyor düşüncelerini, hepsi birdenbire hücum ediyor, devlet hastanelerinde doktorun kapısı açılınca birden kapının önünde toplanıp içeri kafalarını uzatan hastalar gibi, hepsi ayrı bir şey soruyor. Ardı kesilmeden zihne üşüşen düşünceler de böyle işte. Birine bakarken, diğeri kaçıveriyor. Ben bazen not alıyorum. Düşünce uçup gitmeden onu bir kağıdın üzerine harflerle hapsetmeye çalışıyorum. Yoksa uçuyor, uçmasın istiyorum, Homeros “kanatlı kelimeler” der, hatırlar mısın? Ne güzel bir tanım değil mi? Ama biz yazı ile o kanatları kırıyoruz belki, kelimeler uçuşuyor, “söz uçar, yazı kalır”, uçmasınlar diye, yazıya geçiriyoruz, bir anlamda özgürlüğünü kısıtlıyoruz. Zaten yazı biraz böyle bir şey değil midir? Zapturapt altına almak işi yani. Lakin güzeldir, kelimelerin içine bırakmak kendini, onların içinde ayrı bir dünyaya yolculuk yapmak. Düşünceler, duygular ve onları tanımlayacağın anlamlar aramak…

Yazmak isteyip de yazamamak ne zordur mesela, ne kadar acıtır insanı, ne kadar kanatır. Belki çok estetik bir tanım olmayacak ama ifrazattır yazmak. Vücudunda bunu yapamadığında nasıl sıkıntı verirse insana, yazamamak da ruhunu acıtır. Söylemen gereken bir sözün olduğuna inanıyorsan zihninde dolanır da durur onlar. Bana “ne kadar da çabuk yazıyorsun” derler, ah onlar, onlar hiçbir şey bilmezler. Birden bir yazı çıktı mı ortaya, sanırlar ki çabuk yazılır. Oysa metin denilen şey nasıl ilmek ilmek örülür. Türkçe’de metin kelimesi Batı dillerindeki anlamı karşılamıyor olması bazen çok dokunur bana. Text denilen kavram yani bizim metin dediğimiz örmekle ilgilidir. Kelimeleri alır, bir bir işlersin ve bir metin çıkarırsın ortaya. Bir ilmek kaçırdın mı önemsiz diye düşünürsün ama bütün tamamlanınca o bir ilmek nasıl da sırıtır.

Hiç örgü ördün mü? Ben örerim hala arada sırada. Yıllar var ki örmüyordum ama bu günlerde iki ters iki düz yapmaya başladım yine. Şişlerdeki ilmekleri bir oraya bir buraya aktardıkça içimde de bir metin örerim. “Kafayı boşaltır” dedikleri için yaparım, lakin çok boşaldığına şahit olamadım. İşte bitirdin mi ördüğünü bir bakarsın bir ilmek kaçmış, o kadar uğraştığın şeyin içinde öyle batar ki göze, sonra büyür de büyür o, kocaman bir delik olmaya başlar. Ya sen ya başka biri parmağını sokar bulduğu o boşluğa, büyütür de büyütür. Artık o ördüğün şey ördüğün olmaktan çıkar, koca bir delik halini almaya başlar. Bıraktığın bir boşluk, kaçırdığın bir ilmek, kara bir deliğe dönmeye başlar metinde. İnsanlar boşlukları bulmayı sever, buldular mıydı bir boşluk kaçırmazlar, hemen oraya toplanırlar. O boşluk üzerine konuşurlar, gözünün nurunu akıttığın diğer yerleri görmezler. Tek bir ilmek kaçırmadan örmek önemlidir, o yüzden. Çünkü bir ilmek tüm örgüye mal olur, tüm metne mal olur bazen. Örgüde ipi, metinde kelimeleri atar durursun birbirinin üzerine, birbirlerinin arasından bazen hüzünle bazen sevinçle geçiverirler, birbirlerine sarılırlar, birbirleriyle bütün olurlar.

Fakat sandıkları gibi kolay değildir benim yazmam. Evet, bazen oturunca bilgisayarın başına kısa bir zamanda yazar kalkarım. Ama o, oturana kadar geçen zamanı sen bir de bana sor. Tam bir doğum gibidir aslında. Önce fikir düşer içine, gitgide büyümeye başlar, büyümeye başladıkça sancıtır seni, kendine yer açmaya başlar bir bebek gibi, yer açtıkça diğer şeyleri iter, sıkıştırır, o rahat etsin diye çekersin acıyı, bir kadın nasıl şikayet etmiyorsa taşıdığı bebekten (edebilir de isterse elbet) etmezsin şikayet taşıdığın fikirden. Bazen unutur gibi olursun, içeriden vuruverir sana tekmeyi kendini hatırlatır, gece uykunu kaçırır. Bir şey düştümüydü zihnime büyütürüm onu içimde, oradan alır oraya koyarım, bazen boşlarım, sonra yine gelir o, büyür de büyür içimde ve doğma zamanı geldi miydi çıkıverir ortaya işte. O zaman gider yazarım. Lakin yazmak bir sonuçtur, yazma aşamasına gelmek ise süreç. O süreç gizdir, bir başkası bilmez çoğu kez ne zaman yaşandığını, hayatın akışı devam ederken ben o sancıyı çekerim. Doğum bir saatte oluyor diye, bebek de bir saatte doğacak hale geliyor sananlara selam olsun.

Hatırlar mısın bir dönem bırakmıştım yazmayı? Yazamaz olmuştum birşeyler. Yazacak bir şey görmez olmuştum, dokunmuyordu belki bana bir şeyler, önem arz etmiyordu belki gözümde. Neydi? Bilemiyorum. Lakin yazabilmemin geri dönüşü öfke ile olmuştu. “Dünün mazlumu nasıl yaratıyor bugünün zalimini” (https://nihalkocabay.blogspot.com.tr/2014/12/dunun-mazlumu-bugunun-zalimi.html) diye soran kısa bir yazı ile aylarca birikmiş olan öfkemi sonunda ifraz etmiştim.

Bu aralar da çok sık yazıyorum. Zihnimde uçuşan düşünceleri hemen alıp yazıya sabitlemek istiyorum. Fakat öyle dağınık ki zihnim birini yakalarken diğeri kaçıveriyor, birbirinden ilgisiz düşünceler sürekli yaralı beynimde dans ediyor. Bazısı yazıya dönüşüyor, bazısı sonraya kalıyor ve belki bazıları hiç yazılmayacak. Sağlıklı bir doğum ile nihayetlenmeyen gebelik gibi, gideceği yere varmayan yollar gibi…  Ama yazılmasalar da ben hepsinin sancısını çekiyorum, kalemsiz kağıtsız, bilgisayarsız, tek tek içime işleyerek, içimde büyüterek, ilmek ilmek, kendime yazıyorum. Bakınca görülmeyen dövmelerle kaplı vücudum belki, sarmal sarmal harfler iniyor kollarımdan, belki saçlarımda kelimeler savruluyor. 

6 Ekim 2017 Cuma

Türkiye'de Medya ve Din Çalışmalarını Yeniden Düşünmek

Türkiye’de medya ve din çalışmaları bir zamandır sürüyor. Belki elzem ihtiyaçlardan biri de bu çalışmalarla ilgili bir bibliyografya hazırlanmasını sağlamak, şu an elimizde böyle bir çalışma mevcut değil. Öncesinde yapılan çalışmalar olmakla birlikte yaklaşık 3-4 yıldır medya ve din alanında çalışmaların yaygınlaştığını gözlem yöntemi ile söyleyebilmek mümkün.

Çeşitli toplantılar, yapılan bazı yayınlar, bazı sivil toplum kuruluşlarının ilgisi konuyu daha tartışılır bir duruma getirdi. Medya ve din konusunun akademi çatısı altında tartışılmaya başlanması, lisansüstü tezlerin yapılması, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Medya ve Din Sempozyumu’nun yapılması, son olarak Erciyes Üniversitesi’nde Medya ve Din Araştırma Merkezi’nin kurulması akademide çalışma alanının belirlenmesi adına atılmış adımlar.

Medya ve din konusunun akademide tartışılmasının nedenleri arasında başka tespitlerde de bulunmak mümkün ve hatta bulunmalıyız da. Sosyal medya kullanımının artık gündelik hayatın bir parçası olması ve bireylerin inançlarıyla ilgili paylaşımlarda bulunması ya da ibadetleri için bazı uygulamaları kullanması gibi davranışları da konunun ilgi uyandırma nedenlerinden biri. Ancak en önemli unsurun Türkiye’deki siyasi konjonktür değişimi olduğu tespitini bir yere koymak gerekli. Akademide bitmek bilmeyen “cadı avı”nın bir kez de 28 Şubat’ta yaşandığı dönemde çok az insan medya ve din konusu üzerine çalışmayı düşünmüştür. Sonrasında gelişen olaylardan günümüze gelene kadar ise akademinin kırmızı çizgileri değişmiş ve konu daha tartışmaya müsait bir ortam yakalamıştır. Bu müsait ortamın yakalanışı akademik özgürlüğün ilerlediği anlamına elbette gelmez, sadece bir paradigma değişikliğidir. Lakin bu değişen paradigma yıllardır tartışılması ve konuşulması gereken bir akademik alanın kapılarını aralamıştır. Konunun yurt dışında uzunca zamandır çalışıldığı ve artık kurumsal hale geldiği aşikardır.

Medya ve din çalışmaları, akademik perspektiften bakıldığında disiplinlerarası bir alandır. Geleneği açısından bakıldığında iletişim bilimi alanı birçok bilim alanı ile temasta olan bir alan. Medya kavramına din de eklenince ilahiyat da dahil oluyor. Yani konu ne sadece iletişimcileri ne de ilahiyatçıları ilgilendiriyor. O halde birlikte çalışmak, fikir alışverişi yapmak zorunluluğu ortaya çıkıyor. Medyanın dini kavramları yanlış kullanmasını eleştiren bir ilahiyatçı yaptığı eleştiride iletişim alanına ilişkin bir kavramı hatalı olarak kullanabilir ve kullanıyor. Bir iletişim bilimcinin de elbette yıllarını ilahiyat alanına vermiş bir akademisyenin bilgisine sahip olması mümkün olmayacaktır. Bir bilim alanının diğer alana ilişkin kavramlara hakim olması günümüzün “uzmanlık” dünyasında gerekli görülmüyor olsa da bu alanla ilgili çalışanların bir üst dil belirlemesi açısından durum önem arz ediyor. Ortaya konulan çalışmaların gerçekten bir yaraya merhem olması, topluma faydalı olması arzu ediliyorsa disiplinlerarası ortak çalışmalar yapmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Medya ve din konusu tartışılmaya başlandığı zamandan beri medyanın, dini bilgiye hakim olan kişilerden danışmanlık alması önerilen başlıklardan biri haline geldi. Bu öneri öncelikle, iki taraflı olarak akademi içinde benimsenmeli. Ortak çalışmalar yapılmasa bile –ki yapılması zorunlu görünmekte- çalışmalardan diğer alanlardan destek almak gerekliliği ortaya çıkıyor. Akademinin medyaya ve din kurumlarına önerdiğini öncelikle kendisi yapmalı.

Diğer yandan medya ve din tartışmaları ağırlıklı olarak bir noktaya saplanmış olarak duruyor. Temsil bunların en başında geliyor. İletişim çalışmaları denildiği zaman temsil konusu önemli çalışma alanlarından birini oluşturur. Din, cinsiyet, sosyal sınıf vs konularında uluslararası literatürde temsil araştırmaları yapılmış ve yapılmaktadır. Türkiye’de medyada dinin nasıl temsil edildiği elbette önemli sorunsallardan biridir ve bir araştırmayı hak etmektedir. Bir araştırma projesi ve ekibi ile (ve elbette bunun için bütçe gerekmektedir) geniş çapta bir araştırmanın yapılması önemlidir. Alana ilişkin yapılan çalışmalar olsa da çoğu daha dar bir kapsama sahiptir. Ana resmi görebilmek adına geniş ve güncel bir çalışmanın yapılması önem taşımaktadır.

İnternette basit bir arama yapıldığında dahi karşımıza çıkan uluslararası literatürün sadece başlıklarına göz gezdirildiğinde bile ne kadar farklı boyutlarla konunun ele alındığı görülmektedir. Her toplumun yapısı ve bilgi ihtiyaçları elbette farklıdır ancak medya ve din alanı özellikle sosyal medya ile birlikte pek çok tartışma alanı sunmaktadır. Konunun farklı boyutlara açılması, farklı alanlarda tartışılması bir gerekliliktir. Diğer bir gereklilik ise medya ve din çalışmalarındaki din boyutunun sadece Sünni-İslam çizgisinde oluşmasıdır. Pek çok dine evsahipliği yapmasıyla övünülen Anadolu’da yaşayan ve aynı şekilde temsil edilen/edilmeyen inançlar medya ve din konusunda yapılan tartışmalarda yer almayı hak etmektedir. Bu konu ile ilgili çalışan bir akademisyen imamın, bir bir filmde kötü karakter olarak gösterilmesini örneklerken Hristiyanlar için önemli olan ‘kutsal kase’ye atıf yapan bir komedi filmini de eleştirmemeli midir? Türkiye medyası üzerine tartışma yapılıyor ise yanlış temsil edilenler kadar hiç temsil edilmeyenler de tartışılmayı hak etmektedir.

Bilimin toplumsal bir fayda üretmesi açısından yapıldığını düşünüyorsak uluslararası medyada yıllardır olumsuz temsil edilen ve IŞİD ile birlikte tırmanışa geçen İslam imajının nasıl sunulduğuna ilişkin bir araştırmayı yapmak için medya ve din alanında çalışanlar bir araya gelebilmelidir. Sorunu ortaya koymadan çözüm yolları üretilemeyecektir. Tartışmalarda, konuşmalarda, beyanlarda dile getiriliyor olsa da bilimsel yayına dönüşmediği sürece akademik alan açısından anlam taşımayacağını hatırlatmak yersiz olacaktır.

Sonuç olarak, Türkiye’de başlamış olan medya ve din alanındaki çalışmaların tartışılabilir olması öncelikli olarak önemli bir adımdır. Ancak gerçek sorunları tespit ederek özellikle kolektif çalışmalara ağırlık verilmesi gerekliliği ortadadır, zira asıl sorunu ortaya koyabilecek çalışmalar geniş kapsamlı ve bireysel yapılması mümkün olmayan çalışmalardır. Alanın tartışılmaya başlandığı ilk zamandaki tespitlerin üzerine artık yenilerini eklemek ve çalışma sınırlarını genişletmek bir yaraya merhem olabilmek için gereklilik olarak durmaktadır. 

* Bu yazı http://islamvemedya.com/haberler/24-manset/594-medya-ve-din-calismalarini-yeniden-dusunmek.html'de yayınlanmıştır.

3 Ekim 2017 Salı

Geriye Kalan


Trilye Zeytinyağı Kooperatifi

Yiten kolektiflikten ve üretimden geriye kalan hüzün

2 Ekim 2017 Pazartesi

Birinci Mektup

Bu aralar içimde susmayan bir geveze ile muhatabım. Her an her konuda konuşuyor ve birden bire bir sürü soru getiriyor aklıma. Elbette o sorularla bırakıyor beni, düşünmem için. Düşünmek ve cevaplamak için çok zamanım oldu aslında ve bir süredir bu cevapları, bulduklarımı paylaşacak birini arıyordum. Bazı yazdıklarımın yerini bulamadığını düşününce yanlış adreslere yolladığımı anladım, birkaç denemeden sonra. Bir şeyi muhatabı anlıyorsa iletişim gerçekleşmiştir, demek ki ya hedef kitle seçimimde ya da mesaj kodlamamda sorun vardı ya da hedef kitlem doğrudan sorunluydu. Biraz hayal kırıklığından sonra esas yazmam gerekenin sen olduğunu fark ettim. İnsan bazen gözünün önündekini görmüyor başka yerlere bakmaktan, muhatabının orada beklediğini fark etmesi biraz zaman alıyor.
Ben gibi biraz eski kafalı olduğunu bilirim. Şu sıralar çoğu kişinin anlayamayacağı hatta alaya alacağı mektuplaşmanın değerini anlarsın. Yitip gitmesi ne kadar acı veriyor bilsen. Düzenli mektuplaştığım biri olmasa da yazardım bir zamanlar eşe, dosta; teknoloji de vardı üstelik o zaman yeni yeni cep telefonu kullanmaya başladığımız zamanlardı ama yine de yazardım. Çünkü mektuplaşmak pragmatist olarak düşününce bir haberleşme biçimi, doğru ama diğer yandan bir edebi tür. Ne çok kitap vardır mektuplardan oluşan ya da düşünürlerin birbirlerine yazdıkları, fikirlerini birlikte geliştirdikleri mektuplar. Yani mektubun neredeyse ortadan kalkıyor olması bir edebi türün de cenazesine çağırıyor belki bizi. Milana’ya Mektuplar olmayacak mı bundan sonra ya da A’dan X’e Mektuplar. Ne acı… 
“Mail”leşmeler diye bir şey ortaya çıkar mı dersin? Biraz alayla sorduğum bu sorunun yanıtı bence elbette hayır. Çünkü hep kısaya dönük mailleşmeler, bir iki satırla baştan savmaya çalışıyor insanlar. Ben onları da uzun yazarım genellikle hele de –nadir olsa da- fikri bir tartışma varsa. Bir iki kişi ile böyle mailler yazıyoruz birbirimize bir fikri tartışıyoruz ve bu hız çağına inat bazen bir mektup süresinden daha fazla zaman bana yazmalarını bekliyorum. Çok sevdiğimi ve sevindiğimi söylemeliyim böyle tartışmalara, elbette yüzyüze her zaman daha güzeldir ama bazen imkan olmayabiliyor biliyorsun. Mektuplar gibi özenle bir kutuda saklayamıyor olsak da maillerimizi en azından “gelen kutusu”nda güvenle durduğuna inanıyoruz.
Lakin mektubun sıcaklığı yok tabii mailde, karşılaştırılamaz bile. Bir elden çıkıp diğerine giden bir parça mektup. Elinin kiri, mürekkebin akışı, yazının karmaşası, belki gözünün yaşı değmiş olan ve bir mekandan diğerine emekle yollanan, yol boyunca hassasiyetle taşınan ve sonunda varacağı yere gelen bir konuk. Yani yazıp yazıp bir tuşa basmak değil ya da anlık mesajlaşma uygulamalarında olduğu gibi sessiz harflerden ya da emojilerden oluşan bir metin değil. Bunlar da gerekli değil mi? Gerekli elbet ama yine de aramızdan çekilmeye başlayan mektup bambaşka.
Bir kere sabırdır mektup ve karşındakine değer vermektir. Her bir aşaması yazdığın kişi ile birlikte olmak aslında. Öyle bir yandan işlerini yaparken bir yandan da cevap yazayım diyemezsin günümüzde olduğu gibi ya da biri ile konuşurken diğer yandan mektup yazmaya çalışmazsın. Mektup, yalnızlaşmak, yazdığın ile başbaşa kalmaktır, benim şimdi seninle başbaşa olduğum gibi. Seni düşünerek, ne düşünecek diye düşünerek yazdığım satırlar.
Yazma eylemine geçmek bir zaman alır. Nerede yazsam mesela? Çalışma odasında mı, mutfak masasında mı, biraz hava alarak balkonda mı? Hangi kalemi kullansam ama vardır mektup yazanların mektup kalemi ve illa onu kullanırlar. Kağıt işin kolay kısmı. Her şeyi hazırladıktan sonra içinde bir sohbet başlar insanın. Yazmaya yazgılı olmak biraz da çevreden belki. Konuştuğun anlaşılmayınca ya da herkes konuşup sen konuşamayınca yazarak anlatmak en doğru seçenek oluyor. “Yazdım, çünkü susarak anlatmanın tek yolu buydu” diyor bir kitapta ve bir yazar, mektubuna değil ama günlüğüne “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız” diye başlıyor. Yazmak, bazen tercih, bazen mecburiyet oluyor.
Mektuba başlarken belki ilk satırları yazmak zor, her yazıda olduğu gibi ama sonra cümleler akıp gidiyor. Yazma, ne kadar sürüyorsa o kadar yalnız ve o kadar yazdığın kişiylesin. Yazının azizliğine uğramamak için doğru kelimeler seçmeye çalışma derdi. Hep yazmak isteği ama noktalaman gerektiğini de bilme sıkıntısı. Başlangıç kadar bitiş cümlesi de zor belki. Şimdiden düşünüyorum ben de nasıl bitireceğimi, son cümleye çok anlam yüklüyoruz belki de.
Mektup, yazan için bittiğinde mektup için yeni bir hayat başlıyor aslında. Yolda üşümesin, kötü gözler ona bakıp rahatsız etmesin diye mantosunu giydirip sıkaca kapatıyoruz onu. Zarfın kapağını yapıştırdıktan sonra hem biraz potluğu gitsin diye hem de belki son dokunuş olsun diye hafifçe bir sıvazlıyoruz. Yollarda kaybolmasın, tam da gideceği yere gitsin, yani sana varsın diye hassasiyetle adresini yazacağım ve onu sana taşıyacaklara teslim edeceğim. İşte yolculuk başladı…
Muhtemelen yalnız kalacak mektubum, bizim gibi mektuplaşmayı sevenler kaç kişi kalmıştır ki mektuplarla birlikte yolculuk yapabilsin. Faturalar, iadeli taahütlüler, reklamlar, banka hesap özetleri vs… Tüm bunların içinde tarih öncesinden kalmış gibi hissedecektir belki kendini. Verdiğim postanede başka şeylerle toplanacak, oradan oraya gidecek, yerlerine göre ayrılacak sonra ve artık başka neler yapılıyorsa. Ve en son posta kutunda ya da kapına sıkıştırılmış olarak bulacaksın uzun yoldan gelen yolcuyu ve biliyorum ki hassasiyetle konuk edeceksin onu evine. Artık sen de benimle başbaşasın, aynı benim şimdi seninle olduğum gibi. Okuyacak, belki bir daha okuyacak ve yaptığım tüm seçmeleri sen kendi adına yapacaksın cevap vermeden önce. Nerede yazsam, hangi kalemi kullansam?
Aradığım muhattaba ulaşmanın sakinliğini ve mutluluğunu yaşayacağım ben de. Özür dilemeliyim belki senden, sana anlatma gerekliliğini fark edemediğim için, aslında en iyi sana  anlatabileceğimi görmediğim için. Hatta belki de kendimden de özür dilemeliyim, yanlış yerlerde anlaşılmaya çalıştığım için.
Cümlelerimi ve düşüncelerimi teslim edebilecek bir yer bulmanın huzuru ne hoş, sakin bir yere sığınmak gibi sanki. Ve şimdi sıra sende ama acele etme ve biliyorum ki etmezsin de. Ben sabırla cevabını bekleyeceğim, tüm hıza ve akıp giden zamana, “zaman çok önemli” yaygaralarına inat…

26 Eylül 2017 Salı

Bu Yaz Ne Yaptığınızı Biliyorum

Benim yaşıtlarımın iyi bileceği bir başlık. “Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum”, “Geçen Yaz Ne Yaptığını Hala Biliyorum” şeklinde devam eden ve neredeyse bütün yaz televizyonda yayınlanan gerilim filmi serisi.

Şimdi zaten herkes herkesin ne yaptığını biliyor. Şeffaf yaşamayanlarınkini ise bilemiyoruz o ayrı. Tercih meselesi olduğundan elbette ki kimsenin kimseyi yargılamaya hakkı yok, bu yazı da öyle bir yazı değil. Aksine belki de kendini şeffaflaştırma yazısı.

Genel olarak yaz nasıl geçmiş? Bir göl varmış mesela, gitmeyen kalmamış oraya. Düğünler dernekler. Yaz gelince düğünsüz derneksiz olmuyor. Evlilik teklifleri. Ramazan, iftar sofraları, bolca dualar, Kurban’la gelen bazı et fotoğrafları. Saçını değiştirenler, sevgilisinden ayrılanlar, yeni biriyle tanışanlar, aşkını ilana edenler, evlilik yıldönümleri, çocuk doğumları, işe girenler, işten çıkanlar, ev değiştirenler, üniversite kazananlar. Hayatta neler oluyorsa işte, benim “timeline”ıma yansıyanlar. Bir de bence yansımaması gerekenler var, Hacc fotoğrafları gibi. Ama o ayrı bir yazı konusu olarak şöyle bir yerde dursun.

Ben ne yaptım onu yazayım istedim biraz. Bir yangın yerinin ortasında kaldıktan sonra farkındalıklar oluşturmaya başladım kendime mesela. Öyle bir yazmak istedim, belki sizin de işinize yarar.
Kendimi çevreci belgeseller izlemeye verdikten sonra kimyasallarla savaşa girdim. Bir süredir “ya bu deterjan, yumuşatıcı bu kadar zaman nasıl hala kokuyor” sorumun ne kadar doğru olduğunu kavrayıp evden tüm temizlik malzemelerini defettim. Ev güzel koksun diye ne kadar zehir varsa oraya buraya sürdüğümüzü fark ettim. “Ne yapıyorsun?” diyebilirsiniz, “Ne yani temizlik için ne kullanıyorsun?” Ekolojik olanları. Lüks tüketim gibi gelebilir ilk okunduğunda ama değil, çok uygun fiyatlı şeyler bulabilirsiniz. Hem kendinize zarar vermezsiniz böylece, hem de doğaya daha saygılı olabilirsiniz. Evde de yapabilirsiniz, internetten biraz bakarsanız tariflere rastlayacaksınız. Hiçbir şey olmuyorsa Arap sabunu kullanabilirsiniz. “Iyyy Arap sabunu mu?” diyebilirsiniz, ben de öyle diyordum, artık demiyorum. Evinizde yok çam, yok leylak, yok okyanus kokusu salan şeylerin içeriğine bir bakmanızı tavsiye ediyorum.

Kozmetik konusunda henüz vazgeçemediğim bir iki şey dışında aynı yolu izledim. Krem, diş macunu değiştirdim. Makyaj yapmaya çok meraklı olmadığım halde makyaj malzemesi ve parfüm konusunu henüz halledemediğimi utanarak söylemeliyim.

Diğer yandan mutfak tüketim alışkanlıklarında yaptığım değişiklikleri biraz daha geliştirmeyi başardım. Uzun süredir yoğurt mayalıyordum, o alıp yediğiniz yoğurt, yoğurt değil, söyleyelim. Tuhaf bir şey olabilir ancak o. Endüstriyel tavuktan uzaklaşalı, “ya bir güzel tavuk bulup yesem” diyeli epey oluyor. Hayır vejeteryan değilim, ve üzgünüm ki olmaya niyetli de değilim.

Çalışma sebebi ile vakit bulup pazara gidemediğimden genellikle ve bir de bu ara sık yaşamış olduğum sağlık sorunlarından anne baba desteğiyle taze sebze ve meyveye daha ulaşabilir olmaya başladım. Özellikle özen göstermeye çalışıyorum. Market yerine, pazarı tercih ediyorum. “Aaaa, pazara mı gidiyorsun” diyenlere “evet, gidiyorum, arabam da var hem de” diyerek cevap veriyorum ve pazara gitmenin neden yadırganacak bir şey olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Lakin bu insanların “evde yemek mi yapıyorsun?” sorusu sorduklarını düşününce bu soru normal kalabiliyor tabii.  

İnternetten de alıyorum, üreticiden tüketiciye satış yapan ve çok taze sebze, meyve gönderen siteler de mevcut. Ve bir de herkesin sahip olamayacağı iki güzel arkadaşım var. Hiç üstüne vazife değilken arada geçerken bahçesinde yetiştirdiği meyvelerden ve güzel tavuklarının yumurtalarından bana bırakan Seyfi. Malatya’dan bilumum meyve kurusu taşıyan Sabine. Daha bir de sebze kurularım gelecek Fadime teyzemin kendi kuruttuğu. Teyzemin köyden yolladıklarını unutmamam gerek. Eşimin amcasının taşıdığı balı ve pekmezi de. Bizim böyle eş dost yok diyorsanız, demeyin, emin olun ulaşacağınız yer bulursunuz. Mesela nohut ve fasulyenizi Ovacık Belediyesi’nden alabilirsiniz, hem köylüye destek olursunuz hem de çocukların okumasına katkı sağlarsınız.

Benim gibi reçel seviyorsanız, dışarıdan almaktansa evde yapabilirsiniz. Gözünüzde büyüdü değil mi? Reçel yapmak mı? Benim de büyüyordu, “ay onunla mı uğraşacağım” diyordum. Çok fazla zamanınızı almayacağına emin olabilirsiniz, bir deneyin. Bir şey üretmenin ne kadar keyifli olduğunu keşfedeceksiniz. Başarısız olabilirsiniz, ama yine deneyin. Karşılaşacağınız en kötü sonuç sulu olması olabilir, yoğurda katar yersiniz, böylece meyveli yoğurt yaparsınız seviyorsanız. Olmadı tatlının içine koyarsınız. Ziyan etmek yerine, değerlendirmenin keyfini yaşarsınız. Çöpe attığımız o kadar şey var ki, ziyan olan. Oysa attığımız şey sadece o attığımız değil, emek, hem de kaç kişinin. Bunu düşünürseniz gerçekten içiniz sızlar. Küflenen ekmekleri atıyorsunuz değil mi? Kırıntı yapın cama koyun, kuşlar yesin, kafanızı çevirince onları görüp sevinebilirsiniz. Haa, “cama pisliyorlar ya” diyorsanız, siz zaten tüm söylediklerimi boşverin.

Turşu seviyorsanız, turşunuzu da yapmayı önereyim. Evet evet, bildiğiniz kış hazırlığı yapıyoruz yani, hani eskiden hayat bilgisi kitaplarında olduğu gibi. İlk denemem olan turşum henüz olmayı bekliyor, nasıl bir sonuçla karşılaşacağımı henüz bilmiyorum. Sabır eğitimi sayılır, kendisini bir ay bekleyeceğim, sonra kavuşacağız birbirimize. Beklemek… Ne zor bir kelime değil mi, günümüz dünyası için. “Marketten alırım ya” diyebilirsiniz, evet alabilirsiniz. Ancak sadece turşu değil, pek çok ıvır zıvır da almış olursunuz onunla birlikte. “Ayy bu da organik teyze olmuş” deyip dalga geçebilirsiniz, önemli değil, ben de dalga geçiyorum kendimle.

Bunlara nasıl zaman buluyorsun diyebilirsiniz. Bu yaz zamandan bol çok az şeyim oldu diyebilirim. O da bana bunları öğretti. Ama zamanımın daha kısıtlı olduğu zamanlarda da yapabileceğimi  gösterdi. Film izlerken bir yandan yapabilirsiniz çünkü bunları, ya da kafanızı dağıtmak için de. Ya da alışveriş merkezinde aylak aylak gezdiğiniz zamanları buna ayırabilirsiniz. Gerçekten ürettiğinizi görmek keyif verecek.

Şimdi bir de salça tarifi bekliyor olabilirsiniz. O kadara girmedim henüz, annemin yaptıklarını tüketiyorum. Ama sıcaklarda içmek için meyve suyu tarifi verebilirim. Yumuşamaya başlayan, yiyemeyeceğiniz meyveleri atın tencereye kaynatın, ben şeker koymuyorum, isterseniz koyun, süzün için. Bu kadar. Evet içimde bir Derya Baykal büyüttüm bu yaz.

Evde çiçek bakmaktan çok haz etmezdim ama evde geçirmek zorunda kaldığım uzun zamanlar olunca annem elinde üç beş saksı ile gelip balkona dizdi, “al renkli renkli bakarsın” diyerek. Sevdim kendilerini, mevsimlik olanlar bana veda etti ama diğerleriyle birlikteyiz. En çok cüce narı seviyorum galiba, iki tane meyvesi var şimdi. İşlevsel olarak nane var, salataya koymak için güzel oluyor. Baktınız canınız koymak istemiyor o zaman kurutup ufalıyorsunuz, kuru nane olarak size hizmet vermeye devam ediyor, diyorum ya işlevsel. Bir de çok acı çıkmış olan küçük biberlerim var, acı sevmeme rağmen bana bile acı geliyorlar, oldukça babama veriyorum.

Ve son olarak şimdiye kadar yapmadığım şeyi artık yapıyorum ve çöplerimi ayırıyorum. Doğa için yapabileceğiniz en basit şey. Bunu yaptığınızda aslında ne kadar az çöp çıkardığınızı fark edeceksiniz. Dönüşüm konusunda camları kumbaraya atma hassasiyetim uzun zamandır olmasına rağmen, diğerlerine bu kadar hassas davranmamıştım. Biraz da arkadaşım Yeşim sayesinde “e ben de yapayım bari” diyerek başladım. Bu da dönüşür, bu da dönüşür… E neredeyse herşey dönüşür. Suların pet şişeleri, bu kadar ekoloji vs dediğim halde sigara içtiğim için sigara kutuları, yumurta kapları, plastik poşetler, kese kağıtları, paketli gıda almamaya özen göstermeye çalışsam da her yerimiz bunlarla sarılı olduğu için elbet yakalandığımız ambalajlar, koliler. Esas çöpleri saysak belki daha rahat.

Sistemin sevmeyeceği insan olmaya çalışıyorum, hatta çalışıyoruz, eşimle birlikte. Aslında tam manasıyla ideal tüketici olmamıştık zaten ikimiz de hiçbir zaman. En dayanamadığım tüketim şeker, çikolata ve tatlıydı sanırım ama tedavi sırasında onlardan da uzak kalınca kendi tariflerimi oluşturmaya başladım alternatif olarak, şeker koymadan tatlı yapma çalışmalarım çok iddialı olmasa da fena gitmiyor gibi.

Tüketim halkasının olabildiğince dışına atmaya çalışıyoruz kendimizi, elbette zorunlu ihtiyaçlar için bunlar geçerli değil. Ben bazı şeyleri frenlemekte zorlanıyor olsam da şu soruyu sormayı öğrendim, “gerçekten gerekli mi?” Özellikle giyim konusunda. Beni kendime getiren True Cost isimli bir belgeseldi. Neye ortak olduğumu görmek beni derinden sarstı ve “hayır bunun parçası olmamalıyım” dedim. İlla ki birşeyler alacaksam da bunu yapanlardan almamalıyım.

Bunları söylüyor ama falanca şey giyiyor ya da yiyor diyebilirsiniz. Doğru. Ama her şey bir anda düzelmiyor. Lakin hayat pratiklerimizde yaptığımız bazı değişiklikler küçük de olsa en başta size, sonra başkalarının hayatında belki farklılık ve farkındalık oluşturuyor.

Ben yapsam ne değişir diyebilirsiniz, siz yapsanız çok şey değişir.

Ha bu arada, içsel seyahatim sırasında sanırım yazım sizden iyi geçmiş (evet tamamen kıskandığımdan söylüyor da olabilirim, gezemedim diye hasetlenmiş olabilirim belki). Şaka canım. Planladığım gibi olmasa da bir iki küçük seyahat yapabildim, iyi olduğum zamanlarda. Plan demişken, hayat planlarımızı alıp kafamıza vuruyor bazen. 

18 Eylül 2017 Pazartesi

Bir İletişim Öğrencisine İzleme Önerileri

Bu liste estetik kaygılardan öte, içerik kaygısı ile oluşturuldu. Lobiler nasıl işler, doğru bildiklerimiz aslında kimin doğruları olabilir, bir dili öğrenmek sadece anlaşmayı mı öğretir yoksa düşünce biçimimini mi şekillendirir, moda fenomeni birilerinin hayatını karartıyor olabilir mi, bilgiyi özgürleştirmek birinin hayatına mal olabilir mi, sadece dokunarak iletişim kurulabilir mi ve pek çok başka soru…
Sadece izleyebilirsiniz ya da aradaki güzel bağlantıları keşfedebilirsiniz. Liste daha uzayacak, şimdilik bu kadar. İyi seyirler.
  1. Spotlight, Tom McCarthy, 2015
  2. Citizen Kane, Orson Welles, 1941
  3. Fight Club, David Fincher, 1999
  4. City Lights, Charles Chaplin, 1931
  5. Modern Times, Charles Chaplin, 1936
  6. The Constant Gardener, Fernando Meirelles, 2005
  7. Wag the Dog, Barry Levinson, 1997
  8. Nobody Speak: Trials of the Free Press, Brian Knappenberger, 2017
  9. Pleasantville, Gary Ross, 1998
  10. Arrival, Denis Villeneuve, 2016 
  11. Snowden, Oliver Stone, 2016
  12. Citizenfour, Laura Poitras, 2014
  13. The Internet's Own Boy: The Story of Aaron Swartz, Brian Knappenberger, 2014
  14. Thank You for Smoking, Jason Reitman, 2005
  15. Free Rainer, Hans Weingartner, 2007
  16. All the President's Men, Alan J. Pakula, 1976
  17. The Hunting Party, Richard Shepard, 2007
  18. Black, Sanjay Leela Bhansali, 2005
  19. My Name is Khan, Karan Johar, 2010
  20. PK, Rajkumar Hirani, 2014
  21. Minority Report, Steven Spielberg, 2002
  22. Her, Spike Jonze, 2013
  23. The Circle, James Ponsoldt, 2017
  24. Casablanca, Michael Curtiz, 1942
  25. Copying Beethoven, Agnieszka Holland, 2006
  26. The King's Speech, Tom Hooper, 2010
  27. The Truman Show, Peter Weir, 1998
  28. Das Experiment, Oliver Hirschbiegel, 2001
  29. Zincirbozan, Atıl İnaç, 2007
  30. Çıplak Vatandaş, Başar Sabuncu, 1985
  31. Press, Sedat Yılmaz, 2010
  32. Good Night, and Good Luck, George Clooney, 2005
  33. Videodrome, David Cronenberg, 1983
  34. Caché, Michael Haneke, 2005
  35. Requiem for a Dream, Darren Aronofsky, 2000
  36. Brazil, Terry Gilliam, 1985
  37. The Social Network, David Fincher, 2010
  38. Open Windows, Nacho Vigalondo, 2014
  39. Fahrenheit 451, François Truffaut, 1966
  40. A Clockwork Orange, Stanley Kubrick, 1971
  41. Ex Machina, Alex Garland, 2014
  42. Lord of War, Andrew Niccol, 2005
  43. Cowspiracy: The Sustainability Secret, Kip Andersen, Keegan Kuhn, 2014
  44. The True Cost, Andrew Morgan, 2015
  45. We Are Legion: The Story of the Hacktivists, Brian Knappenberger, 2012
  46. Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, İmre Azem, 2012
  47. 11'09''01 - September 11, Kollektif, 2002
  48. Black Mirror (TV Dizisi)
  49. Newsroom (TV Dizisi) 

14 Eylül 2017 Perşembe

Hüzne Selam


İçimde bir hüzün beslerim ben
O da besler beni
Gözümü açtırır, dünyayı çoğaltır
İçime baktırır, içimi yıpratır
Pek konuşturmaz ama çokça yazdırır
                                    çokça düşündürür
 çokça kanatır
İçimde bir hüzün beslerim ben
Gözlerimden taşmasa da bakışlarıma oturmasa da
Çok da kıskanırım hüzünlü bakan insanları, mesela o tiyatro sanatçısını
 ya da kıvırcık saçlı o şarkıcıyı
Martıları da mesela, hüzünlü bakışlarını
Gözlere oturmuş sevecen bir hüzün gördüm mü takılır kalırım
Bir damla yaş düşecek gibi, o gözlere yakışmayan bir kahkaha kopacak gibi
Birden o tatlı hüznü öldürüp öfkeye kapılmasın mı?..
Yoo hayır, sevmem ben öfkeyi, ateş gibi
Hüznü severim ben, yaz ortasında serin bir yağmur damlası gibi
Alıp saklamak isterim onu, kavanozlara doldurmak
Belki annemin domateslere yaptığı gibi konservelerini hazırlamak
Üzüntüyü bilen ama hüznü bilmeyenlere kavanoz kavanoz dağıtmak
Overlok makinesinin inceliğini gösterip “hüzünler ayağınıza geldi” diye sokak sokak dolaşmak
Sokakları da dolaşmayı severim
Herşeye bir hikaye yazarım bazen
Eski evleri çok sever, hayranlıkla bakarım
Binalara bakmak için yere değil, göğe dalarım
Tökezlemelerim düşüşlerim bunlardandır yolda, asla denge kaybı değil yoksa
Hüznümle kol kola sokakları arşınlarız
Bir deniz kenarında sigaramızı yakarız
Kıyı köşe bir kahvecide sade kahvemizi içer, insanlara bakarız
Herşeyden biraz hüzün damıtırız. 

12 Eylül 2017 Salı

Bir İletişim Öğrencisine Okuma Önerileri

Öncelikle beklentiniz “hap” niyetine olan kitaplarsa üzgünüm ama bu liste size göre olmayabilir. Sadece halkla ilişkiler kampanyası basamaklarını bilmek sizi iyi bir halkla ilişkiler uzmanı yapmaz, reklam çekiciliklerini bilmek de iyi bir reklamcı. 5N1K’yı öğrenmek iyi haber yazabildiğiniz ya da haber bulabildiğiniz anlamına gelmez.
“İletişimci dünyayı tasarlar” diyorduk, dünyayı bilmeden dünyayı tasarlamaya ya da değiştirmeye gidemezsiniz. “Politik, tarihi, ekonomik, toplumsal konular benim ne işime yarayacak” diyemezsiniz, bilmelisiniz.
İçinde yaşadığınız toplumu ve dünyayı biraz daha tanıyabilmek adına okuma önerileri.

İstediğiniz kitaptan başlayabilirsiniz J


  1. Alain De Botton, Haberler -Bir Kullanma Kılavuzu, Sel Yayıncılık
  2. Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, İtkaki Yayınları
  3. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, Yapı Kredi Yayınları
  4. Andrew Feenberg, vd., Teknoloji ve Toplum -Yıkıcı Bir Direniş ve Yeniden Yapılanma, Kalkedon Yayınları
  5. Ania Loomba, Kolonyalizm Postkolonyalizm, Ayrıntı Yayınları
  6. Anthony Burgess, Otomatik Portakal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
  7. Anthony Giddens , Philip W. Sutton, Sosyoloji, Kırmızı Yayınları
  8. Ayfer Tunç, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, Can Yayınları
  9. Barry Sanders, Öküzün A’sı, Ayrıntı Yayınları
  10. Ben H. Bagdikian, Yeni Medya Tekeli, Akılçelen Kitaplar
  11. Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu, Metis Yayınları
  12. Chris Rojek, Şöhret, Ayrıntı Yayınları
  13. Christian Fuchs, Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş, NotaBene Yayınları
  14. Cory Doctorow, Özgür ve Bedava: İnternet Çağında Bilgi, Koç Üniversitesi Yayınları
  15. David Lyon, Gözetlenen Toplum Günlük Hayatı Kontrol Etmek, Kalkedon Yayınları
  16. Donna Haraway, Siborg Manifestosu, Agora Kitaplığı
  17. Douglas Kellner, Medya Gösterisi, Açılım Kitap
  18. E.H. Gombrich, İmge ve Göz, Yapı Kredi Yayınları
  19. Eduardo Galeano, Tepetaklak -Tersine Dünya Okulu, Sel Yayıncılık
  20. Edward W. Said, Entelektüel, Metis Yayınları
  21. Edward W. Said, Medyada İslam - Gazeteciler ve Uzmanlar Dünyaya Bakışımızı Nasıl Belirliyor?, Metis Yayınları
  22. Emre Bağce (ed.), Frankfurt Okulu, Doğu Batı Yayınları
  23. Ergin Bulut , Michael A. Peters, Bilişsel Kapitalizm, NotaBene Yayınları
  24. Eric J. Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı, Everest Yayınları
  25. Eric Schmidt , Jared Cohen, Yeni Dijital Çağ, Optimist Yayınları
  26. Erol Mutlu (der.), Kitle İletişim Kuramları, Ütopya Yayınevi
  27. Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü, Ütopya Yayınevi
  28. Erving Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, Metis Yayınları
  29. Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, İmge Kitabevi
  30. Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı, İnsan Yayınları
  31. Francis Bacon, Yeni Atlantis, Kabalcı Yayınları
  32. Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Versus Kitap
  33. Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Kitap
  34. George Orwell, 1984, Can Yayınları
  35. George Orwell, Hayvan Çiftliği, Can Yayınları
  36. George Ritzer, Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Ayrıntı Yayınları
  37. George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması, Ayrıntı Yayınları
  38. Gulbenkian Komisyon Raporu, Sosyal Bilimleri Açın, Metis Yayınları
  39. Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Tutku Yayınevi
  40. Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları
  41. Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü, İletişim Yayınları
  42. Gündüz Vassaf, Cennetin Dibi, İletişim Yayınları
  43. Hal Niedzviecki, Ben Özelim, Ayrıntı Yayınları
  44. Hal Niedzviecki, Dikizleme Günlüğü, Ayrıntı Yayınları
  45. Halime Yücel , Michel Bourse, İletişim Bilimlerinin Serüveni, Ayrıntı Yayınları
  46. Harold A. İnnis, İmparatorluk ve İletişim Araçları, Ütopya Yayınevi
  47. Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınları
  48. Jacques Ellul, Sözün Düşüşü, Paradigma Yayınları
  49. Jacques Perriault, İletişim Bilimlerinin Unutulmuş Kökenleri, Ayrıntı Yayınları
  50. Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları
  51. Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları
  52. Jean François Lyotard, Postmodern Durum, Bilgesu Yayıncılık
  53. John B. Thompson, İdeoloji ve Modern Kültür - Kitle İletişim Çağında Eleştirel Toplum Kuramı, Dipnot Yayınları
  54. John B. Thompson, Medya ve Modernite, Kırmızı Yayınları
  55. John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yayınları
  56. John Fiske, İletişim Çalışmalarına Giriş, Pharmakon Kitap
  57. John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, Yapı Kredi Yayınları
  58. Julian Assange, Şifrepunk - Özgürlük ve İnternetin Geleceği Üzerine Bir Tartışma, Metis Yayınları
  59. Jürgen Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, Yapı Kredi Yayınları
  60. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları
  61. Kaja Silverman, Görünür Dünyanın Eşiği, Ayrıntı Yayınları
  62. Krishan Kumar, Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma, Dost Kitabevi
  63. Krishan Kumar, Ütopya ve Karşıütopya, Kalkedon Yayınları
  64. Levent Yaylagül, Kitle İletişim Kuramları - Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, Dipnot Yayınları
  65. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları
  66. Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları -İnternet Çağında Toplumsal Hareketler, Koç Üniversitesi Yayınları
  67. Marshall Mcluhan, Gutenberg Galaksisi/Tipografik İnsanın Oluşumu, Yapı Kredi Yayınları
  68. Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler, Sentez Yayım
  69. Massimo Baldini, İletişim Tarihi, Avcıol Basım Yayın
  70. Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları
  71. Noam Chomsky , Edward S. Herman, Rızanın İmalatı, BGST Yayınları
  72. Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, Metis Yayınları
  73. Özgür Taburoğlu, Resim, Söz ve Yazı, Doğu Batı Yayınları
  74. Paul Virilio, Enformasyon Bombası, Metis Yayınları
  75. Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları
  76. Peter Huber, Orwell’in İntikamı, Everest Yayınları
  77. Ragıp Duran, Burası Dünya Polis Radyosu / Global Medya Eleştirileri, Yapı Kredi Yayınları
  78. Ray Bradbury, Fahrenheit 451, İthaki Yayınları
  79. Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Kırmızı Yayınları
  80. Rıfat N. Bali, Tarz-ı Hayat'tan Life Style'a, İletişim Yayınları
  81. Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları
  82. Richard Sennett, Karakter Aşınması / Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, Ayrıntı Yayınları
  83. Robert Nisbet , T. B. Bottomore, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Kırmızı Yayınları
  84. Roland Barthes, Camera Lucida, Altıkırkbeş Yayınları
  85. Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, Metis Yayınları
  86. Roland Barthes, Göstergeler İmparatorluğu, Yapı Kredi Yayınları
  87. Sven Windahl , Denis Mcquail, İletişim Modelleri -Kitle İletişim Çalışmalarında, İmge Kitabevi
  88. Theodor W. Adorno, Kültür Endüstrisi, İletişim Yayınları
  89. Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, Ayrıntı Yayınları
  90. Thomas More, Utopia, Öteki Yayınları
  91. Tommasso Campanella, Güneş Ülkesi, Kabalcı Yayınları
  92. Walter Benjamin, Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları
  93. Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları
  94. Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları
  95. William Golding, Sineklerin Tanrısı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
  96. Yusuf Atılgan, Aylak Adam, Yapı Kredi Yayınları
  97. Yuval Noah Harari, Homo Deus, Kolektif Kitap
  98. Yuval Noah Harari, Sapiens -  Hayvanlardan Tanrılara, Kolektif Kitap
  99. Zygmunt Bauman , David Lyon, Akışkan Gözetim, Ayrıntı Yayınları
  100. Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Söylem Bir Elmada Gizli


Bu bir elmadır (Rene Magritte’e göre elbette bu bir elma değildir ama bu başka bir tartışmanın konusu olarak şimdilik kenarda dursun).

Evet bu bir elmadır. Türk Dil Kurumu’na göre elma, bitki bilimi açısından “Gülgillerden, çiçekleri pembe veya beyaz bir ağaç (Pirus malus)” olarak tanımlanıyor, gündelik dilde ise “Bu ağacın kabuğu parlak, sert, kırmızı, sarı ve yeşil renkte, kokusu hoş, tadı ekşi veya tatlı, dokusu gevrek, ufak çekirdekli meyvesi”. İkinci tanım bizim için daha anlaşılır ve tanıdık. Elma, muhtemelen bir çoğumuzun severek yediği bir meyve. Elma denildiğinde aklımıza ilk gelen bu olacaktır.

Zihnimizde bir elma imgesi canlanacaktır. Bu imge kimimiz için ağaçta duran bir elmayken, bir başkası için kasada durabilir. Birimiz kıpkırmızı bir elma düşlerken, diğerimiz tadı daha ekşi yeşil bir elmayı çağırabilir zihninden. Fakat rengi, nerede durduğu değişse bile aklımıza gelen yenilebilecek olan bir meyvedir.

Zihnimizi biraz daha zorlamaya başlarsak elmanın bize başka çağrışımlar da getirdiğini görürüz. Her nesne düz anlamını temsil ettiği gibi ayrıca kültürel kodlarla örülmüş olan yan anlamı da bizim zihinlerimize getirir. Dolayısıyla her bir kavram çok farklı anlam katmanlarını içinde bulundurur. Her bir kavramı katman katman açmak, katman katman okumak mümkündür.

Elmanın bir meyve olmaklığının ötesinde bize çağrıştıracağı ilk şey herhalde Adem ve Havva’dır. Cennette yaşayan Adem ve Havva’nın Tanrı’nın buyruğuna uymayarak ağaçtan elmayı kopararak yemesi onların cennetten atılmalarına neden olur. İşte bu sebepten dolayı da elma ilk günahın sembolü haline gelir. Elma, yasağı niteler. Bu nedenle yasak aşkın da simgesine dönüşür elma. Romandan uyarlanan bir televizyon dizisi olan Aşk-ı Memnu’nun jeneriğinde bir avucun içinde duran kırmızı elmanın başka ne anlamı olabilir ya da bir vampire aşık olan ölümlü kadının aşkını anlatan sinemaya da uyarlanan kitabın kapağında kırmızı bir elma neden yer alsın ki (ve bu elmalar ne yeşil, ne de sarıdır, illaki kırmızıdır. Bu bize kırmızı söyleminin kapılarını açsa da bu konuya değinmeden geçeceğiz)…

Romantizmi bir kenara bırakıp biraz bilime doğru yöneldiğimizde ise elma yine karşımıza çıkmaz mı? Newton’un altında oturduğu elma ağacı ve elmanın kafasına düşmesi ile “birden” yerçekimi kanununu buluvermesi. Hikmet elma da değil elbet, Newton’da. Yoksa Newton’dan önce kimse şahit olmamış mı elmanın veya başka bir meyvenin ağaçtan düştüğüne? Ancak Newton’un yerçekimi kanununu buluşu hikayeleştirip basite indirgenirken okullarda, elma yadigar kalır. Elma, yerçekimi kanunudur, yerçekimi kanunu elmadır. Elma mitine bir de bilim katılır.

Bilimden sonra kahramanlığa doğru seyredelim biraz da. Elma, keskin bir nişancının hedefidir ayrıca. Bir filmde, bir kitapta, çizgi film ya da çizgi romanda… Özellikle ok atan kişinin ne kadar keskin nişancı olduğunu göstermek için kullanılan bu klişede elmayı kafasının üzerine yerleştirerek hedef tahtasına dönüşen bir kişi çıkar karşımıza. Canlı hedef tahtası kafasının üzerindeki elma ile dikilir kahramanın karşısına ve kahraman hiç hatasız elmayı ortasından vuruverir. Ortadan ok ile vurulan elma artık kahramanlığın, cesaretin, yiğitliğin “gösteren”i haline gelir.

Şimdi bir de masallara uğrayalım tamamlamaya yakın. Kötü kalpli üvey annenin güzel prensesi öldürmek için kullandığı yollardan biridir zehirli elma. Prensesi nasıl öldüreceğini düşünen üvey anne, gizli odasında çalışır ve zehirli bir elma hazırlar malumunuz. Sonra köylü kılığına girerek parlak kırmızı elmayı prensese ikram eder. Prenses bir ısırır ve uzun bir uykuya dalıverir. Bazı anlatanlara göre prens öpünce, bazı anlatanlara göre ise prens uyuyan prensesi kendi sarayına götürürken düşürünce boğazında takılan elma dışarı çıkar ve prenses uykusundan uyanıverir. Elma yani kötülük artık prensesin bedenini terk etmiştir. Yine bir kötülük simgesi olarak çıkar elma karşımıza.

Masallarda kötülüğü çağrıştıran elma, çocuk oyunlarında ise eğlenceli bir tekerlemenin içinde yer bulur kendine: “Elma dersem çık, armut dersem çıkma”. Saklambaç oynayan çocukların ebenin yerinden ayrılmasıyla diğer arkadaşlarını sobe yapabilmesi için uyardıkları bir tür parolaya dönüşür bu kez elma. Harekete geçilmesi gerektiğini belirtir hem sobeleyecek çocuk için, hem de ebenin kendini koruması için biraz da.

Ve son olarak atasözlerine, deyimlere ya da kültürel olarak kullandığımız kalıplara yerleşmiştir elma. Bir çırpıda sayabileceklerimiz “elma yanak”, “bir elmanın iki yarısı”, “yarım elma gönül alma”, “elma gibi” söz öbekleridir. Kendi kültürel kodlarımız açısından bakıldığında elmanın kötücül bir anlamı yoktur aslında, daha “evrensel” (!) kodlar elmayı biraz daha kötücül olarak kodlamıştır zihnimize.

Bu bir elmadır diye başlamıştık söze ve bitirirken işte bu bir söylemdir diyelim. Söylemi uzun uzun tanımlamak elbette mümkün. Dilden, kültürden, iktidardan, ideolojiden, sözün nasıl şekillendiğinden, her şeyin bir dil olduğundan söz etmek elbette mümkün. Söylemin sadece şimdi aktardığımız olmadığını da söylemek mümkün. Söylemi politik olarak ele almak, sınıf ayrımını söylemde aramak elbette mümkün. Ancak bu yazının niyeti değil bunlar. Bu yazının niyeti bir örnekle söylemi açıklamaktı. Başka örneklerle söylemin anlam alanını genişletmek ise elbette olası.

Elma, sadece bir elma değil. Evet bir meyve ama söylem katmanları aralandıkça yer çekiminden, günaha, yasak aşktan ölüme, çocuk oyunlarından yiğitliğe kadar pek çok çağrışımı bize sunuyor. Kültürel kodlarla örülmüş olan elmanın anlam alanı artık sulu bir meyve olmaktan çıkıyor.




20 Ağustos 2017 Pazar

Görsel Kültür Ürünü Nedir?

Siz bir görsel kültür ürünü değilsinizdir. Ama sizin bir fotoğrafınız, yapılmış olan bir resminiz, belki bedeninizde taşıdığınız bir dövme ya da giydiğiniz kıyafet, parmağınızdaki yüzük bir görsel kültür ürünüdür. Görülebilen herşeyi kapsadığı yanılgısına varılan görsel kültür için bu tanımlama bizi yanlışa sevk eder. Görülebilen herşey tanımlaması hem görsel kültüre bol gelir hem de eksik. Peki ama neden? Şimdi biraz konuyu açmaya başlayalım ve en baştaki yargıyı yeniden ele alalım.

Neden siz, ben ya da bir başkası görsel kültür ürünü değildir? Bizlerin birer görsel kültür ürünü olmadığı gibi çok beğendiğiniz bir doğa manzarası da görsel kültür ürünü olmayacaktır. Bir şeyi gözümüzle görüyor olmak onu görsel kültür incelemelerine dahil edebileceğimiz anlamına gelmez. Bu ayrım kültür tanımından kaynaklıdır. Kültür için pek çok tanım yapılmıştır ve tek bir tanım üzerinde uzlaşmak güç olabilir. Ancak bizi bu noktada ilgilendiren kültürün insan eliyle oluşturulmuş olmasıdır yani doğal olmayandır, doğanın karşıtıdır. Doğal olan doğayı oluştururken doğanın karşısında insan tarafından yapılan şeyler kültürü oluşturur. İşte bu yüzden beğendiğimiz bir doğa manzarası görsel kültür ürünü değildir, çünkü o doğaya aittir, doğal olandır. Ancak bu çok beğendiğimiz manzaranın resmini yapmaya, fotoğrafını çekmeye kalkarsak ortaya çıkaracağımız ürün bir görsel kültür ürünüdür.


Sanat eserleri birer görsel kültür ürünüdür.

Mimari eserler de birer görsel kültür ürünüdür. “Acaba uzaylılar mı yaptı” polemiklerine rağmen insan eliyle yapılmış olan Mısır Piramitleri gibi. Fakat doğanın gücünü kullanarak şekil vermiş olduğu Peri Bacaları doğaya aittir. Aynı şekilde bir çok yerde rastlanabilecek, yıllara meydana okuyan ‘anıt’ ağaçlar da kültürün değil, doğanın bir unsurudur.


Bir sokak lambası gibi diğer kent mobilyaları da görsel kültür ürünlerinden biridir.


Görsel kültür araştırmaları, görsel kültür incelemeleri ya da görsel kültür okumaları… Hangi kullanımı tercih edersek edelim bu alan, yukarıda tanımlamaya çalışılan görsel kültür ürünlerini inceleme nesnesi olarak alır. Resimden mimariye, kent mobilyalarından ulaşım araçlarına kadar geniş bir alan görsel kültür çalışmalarının alanına girer. Görsel kültür ürününün sınırı, doğadan olmaması ile çizilebilir. İnsan eliyle üretilmiş olan ve görülebilen şeyler görsel kültür araştırmacılarının merakını cezbedebilecek öğeler haline gelebilir.