Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

5 Aralık 2018 Çarşamba

Akademide sözlü gelenek


Yaşanan tüm dijitalleşme sürecine rağmen bazı noktalar hala direngen. Hatta öyle ki o noktalar önceki gelişmeler olan yazıya da matbaaya da direniyorlar.
Bazı kurumların kendilerine has gelenekleri var, akademi de bunlardan biri. Her ne kadar hocalarımızdan duyduğumuz bazı gelenekler sürmese de devam edenler de var. Bu geleneklerin en başında gelenlerinden biri de sözlü gelenek. İletişim tarihi ayrımlandırılırken dört dönemden söz edilir. Sözlü, yazılı, basılı ve elektronik dönemler. Bunlara ayrıca sonrasında dijital kültürü de eklemek elbette kaçınılmaz.
Her gelen dönem bir öncekinin etkisini azaltmıştır. Ancak akademi belirttiğimiz tüm dönemleri içinde barındırmakla birlikte sözlü geleneğe ayrıca önem verir. Sınav kağıtlarını yazılı, yayınlanan çalışmaları ise basılı gelenek altında değerlendirmek mümkündür. ancak akademinin olmazsa olmazı (en azından şimdilik) ders anlatmak, sözü kurmaktır. Tüm gelişmiş imkanlara rağmen bir mekanda toplanarak (ki burada mekan sınıftır ama illa gerekli de değildir) konuşup tartışmak değerlidir. Sesli okuma yapmak elbette sözü kurma içinde değerlendirilemez. Çünkü sözü söyleyebilmek kendinden bir şey katabilmeyi gerektirir.
Sadece ders anlatmak değildir akademinin sözlü geleneğini yansıtan. Tez savunmaları da bunun temel göstergesidir. Tezin kabulü yazılı unsur üzerinden gerçekleşse de sözlü savunma yapılması şarttır. Lisansüstü mülakatlarda ve doktora yeterlilik sınavlarında da benzer bir süreç işler.
Felsefe tarihine bakıldığında da sözün içten yani ruhtan geldiğini düşünenlerin sayısı az değildir. Söz içten geldiği için de hakiki olanı yansıtır. Yine Sokrates yazıyı dışlarken sözü öne çıkarır.
Akademik kurallar düşünüldüğünde yazmak önemli olsa da yeterli değildir, söz ile dışarı aktarılması gerekir. Yazmak ve okumak yeterli değildir akademi için. Sözü kurabilmek ve kurulanı aktarabilmek için söz ile söylenmesine ihtiyaç duyulur.
Söz ruhun bir parçası ise eğer (ki inanılan öyledir) ruhu üfleyebilmek için söze gerek vardır.


20 Eylül 2018 Perşembe

Bir hak mücadelesini haksızlaştırma çabası





3. havaalanı inşaatı bugünlerin malum konusu. İsim konusunda yaşanan tartışma kadar değerli görülmese de inşaat emekçileri haklarının peşinde. Çalışma şartlarından memnun olmayan işçiler kimilerine göre “manidar” bir zamanda haklarını savunmaya geçtiler. Dile getirilen şartlara baktığınızda da insanca çalışmak dışında bir istekleri yok. İstekleri tekrardan yazmayacağım, arzu edenler şuradan bakabilirler: https://t24.com.tr/haber/yuzlercesi-gozaltina-alinan-havalimani-iscileri-ne-talep-ediyor,700828  
Bu yazının derdi bir hak mücadelesinin nasıl haksızlaştırılmaya çalışıldığı. Bu tür konularda üç maymunu oynayan bir kitle medyası varken hak haberlerine erişimin kaynağı alternatif haber mecralarından ve sosyal medyadan geçiyor. Artık her toplumsal olay, her toplumsal hareket reel alanda yaşandığı gibi sanal kamusal alanda da yaşanıyor. 3. Havaalanı inşaatında yaşananlar, konuya ilişkin bir kamuoyu oluşturmak için #KöleDeğiliz etiketiyle paylaşılmaya başlandı. Buraya kadar süreç olağan. Olağan olan ama tuhaf olan ise bu hak mücadelesini haksızlaştırmak ya da küçük görmek için yazılanlar ya da “bulmuşlar da buluyorlar” imaları.
Bir koro şeklinde söylenen şeylerden biri havaalanının zamanında açılmaması için eylem yapıldığı. Bazı medya mensuplarının da çanak tuttuğu bir görüş bu. “Neden önce değil de şimdi yapılmış” manasında yazılar. Bıçak kemiğe dayandı diye bir söz vardır, bilir misiniz? Belki bu yüzdendir. Sabrın sonu selamettir anlayışı çökmüştür belki de artık. Belki öncesinde sözler verilmiş ama o sözler tutulmamıştır. Bir mücadelenin başlangıcı için “neden şimdi?” sorusu onu meşru olmayan bir duruma düşürmenin temel ilkelerindendir.

“Benim yoksa onun da olmasın”
Bir diğer haksızlaştırma biçimi ve belki de ilkinden daha korkuncu direnenler gibi işçi olanların yaklaşımı. #KöleDeğiliz etiketi altında yazılan bir tweet inşaatlarda çok kötü koşullarda çalıştığını söyleyen bir işçiye aitti ve diyordu ki “3. Havaalanı İnşaat’ı en iyi yerlerden biri.” Kötüden örnek olmaz derler. Yani diğer yerler kötü olduğu için kötüsüne razı mı olmalılar? Ya da eğer diğer yerler daha kötüyse birlikte mücadeleye değmez mi? İnsanın kendisine ve kendi gibi olanlara böylesine yabancı, böylesine başkasının gözlükleriyle bakmasına ne denebilir? Asgari şartların sağlanması gerekliliğine destek yerine “daha kötüleri var” kalıbı… Birlikte daha iyi şartlarda çalışalım yerine benim yoksa onun da olmasın yaklaşımı. Lakin bunu yazan işçiye yıllardır bu söylenmemiş midir? “Falanca yerde nasıl çalışıyorlar, bir de buradan şikayet ediyorsunuz” diye. Muktedir olanın sözünü duyaduya aslında mazlum olan bir muktedir olmuştur o da.
Bir diğer husus ise dışlama, ötekileştirme. Her olaya uygulanan ve uygulanabilecek bir yöntem ötekileştirme. İşçilerin direnişinde de ortaya çıkıveriyor. Ne istediklerine dahi bakılmadan terörist olmakla suçlanıyorlar söylemlerde. Erkin (siyasal ya da ekonomik) karşısına dikilmiş olan herşey ve herkes talebi ne olursa olsun tek bir yaftayla bertaraf edilebiliyor ne de olsa.
Son bir grup daha var. Onlar ise kendilerine dokunmadığı sürece bu konuları hiç düşünmeyenler, kendilerine has başka gündemler yaratanlar, “iki slogan atılıyor” diye olayı küçümseyenler.

Gazetecilik ezilenden yana olmalıdır
Bu olay gündeme gelince medya ile ilişkisini düşünmek kaçınılmaz. Zira iletişim fakültelerinde öğrendiğimiz ve hala öğretmekte olduğumuz gazetecinin toplumdan yana taraf olmasıdır. Üç gazetecinin vaktiyle söyledikleri geldi aklıma.
Umur Talu ile yaptığımız söyleşi sırasında şöyle demişti: “Gazetecilik yaptığım saatlerde ezilen mağdur edilen, hırpalana insanları düşünüyorum. Bu insanları düşünmeden gazetecilik nasıl yapılır bu beni rahatsız ediyor.”
Bir diğeri Ragıp Duran’dı: “Benim derdim gazetecinin mutlaka ve mutlaka bir kere gazetecilikten taraf olmasıdır. Siyasi ve ideolojik olarak da güçsüzden, zayıftan, eşitlikten, insan haklarından,  adaletten, evrensel değerlerden yana olması, taraf olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü isteseniz de istemeseniz de mecburen taraf olacaksınız. Dolayısıyla iyi bir taraftan olun ki bir anlamı olsun.”
Ve son olarak Ahmet Şık’ın mahkeme savunmasında söylediği şu sözleri: “Doğru ve yanlış gerçek ve yalan, haklı ve haksız, zalim ve mazlum arasındaki karşıtlıkta ve elbette ki adaletsizlikte gazetecinin tarafı bellidir.”
Belki de önce medya tarafını bilmelidir. Medya tarafını bilmelidir ki toplumun yanında durabilsin, durabilsin ki toplum başkalarının gözlüğü ile gördüğü dünyayı kendi gözleriyle görebilsin. Lakin medya, inşaat ve enerji üçlü sektörü patronajlı medya kuruluşlarında çalışan emekçilerin bunları yazabilmesi mümkün mü sorusu belki başka bir tartışmanın konusu.

17 Eylül 2018 Pazartesi

Mahremiyetin Değişen Yüzü: Sosyal Medya*

Çağımız bizi uçsuz bucaksız bir mekana (aslında mekan olmayan bir mekana) doğru çekiyor ve bu çekime neredeyse kimse karşı duramıyor. Bu girdabın adı sosyal medya.  Görsellik çağı olarak tanımladığımız çağ artık bu tanım yerine kendini görünürlük çağına bırakıyor. Artık görünmek var olamak ile neredeyse eş anlama geliyor.
Sosyal medyada kendimizi göstermek artık günümüzün şiarı.  Her yeni teknoloji gibi sosyal medya da bireylere kendi kurallarını getiriyor ve hatta belki de dayatıyor. Toplumsal kurallar ile sosyal medyanın kendi kuralları ise zaman zaman çatışma gösteriyor. Peki kim galip?Popüler hale gelen sosyal medya akımları karşısında geleneksel toplum kuralları mağlup olmuş gibi duruyor. Belki de sosyal medya kullanıcıları da bu mağlubiyetten şikayetçi değiller.
Zira kendini göstermek çağımızın en önemli isteği ve aynı zamanda sorunu. Sosyal medya bireylerin düşüncelerini, duygularını, fotoğraflarını, anlarını aslında hayatlarını başkaları ile paylaşabilmeleri için tasarlanmış bir yapıya sahip. Hayatın çoğu zamanını sosyal medya arkadaşları ile paylaşmayı arzu eden bireyler, belki zaman zaman gerçeklikten de koparak kendilerini teşhir ve ifşa etmeye başladılar. Dolayısıyla günümüzün en tartışılır kavramlarından biri mahremiyet oluverdi.
Mahrem kavramı sosyal medya ile büyük bir değişikliğe uğradı. Artık mahrem sayılan şeyler mahrem olmaktan çıkmaya, normal olarak kabul edilmeye başlandı. Ancak bazı şeyler halen tartışılabilir boyutta. Kültür ve toplumsal kurallarla karşıtlaştığını düşündüğümüz örneklerden yola çıkarak sosyal medyanın nasıl bir değişim yaşattığını tartışmaya çalışacağız.  
Sosyal Medya Bizi Şekillendiriyor Mu? Günümüzün belki de en sık kullanılan kavramlarından biri artık sosyal medya. Gençlerin ve hatta ileri yaştakilerin de dahil olduğu sosyal medya Web 2.0 teknolojisinin ortaya çıkmasıyla birlikte toplumların hayatlarına girmiş olan yeni bir mecra. Bir vazgeçilmez haline gelen sosyal medyayı basitçe eşzamanlı ve çift taraflı olarak bireylerin birbirleriyle paylaşımlarda bulunmalarını sağlayan bir ağ yapısı olarak tanımlayabilmek mümkün.
"Sosyal medya insanlar tarafından iletişimi kolaylaştırmak amacıyla yaratılan web tabanlı bilgi sunmakta, insanlar birbirleriyle hikayelerini ve deneyimlerini paylaştıklarından şu anda dünyadaki temel sosyal etkileşim kaynaklarından birini temsil etmektedir." 
Sosyal medya tanımı, insan hayatını kolaylaştırıcı ve daha fazla etkileşimde bulunmayı öngören bir çerçeveyi kapsıyor. Sosyal medyanın yola çıkış amacı tanımdaki gibi olsa da toplumlarda ciddi değişikliklere neden olabildiğini ve bireyi dönüştürebildiğini söyleyebilmek mümkün.  Hatırlamakta fayda var ki toplumlar, iç veya dış faktörlerden etkilenerek çeşitli değişimler gösterirler. Hiçbir toplum yıllar boyunca sabit kalmaz, kültürel öğeler değiştikçe toplumda değişir.
Toplumlarda yaşanan değişimlerin faktörlerinden biri de teknolojide yaşanan gelişmelerdir. Teknolojik determinist bir tavır geliştirmek doğru olmasa da teknolojideki gelişmelerin toplumu değiştiren unsurlardan biri olduğu ortadadır.  Her teknolojik gelişme gibi sosyal medya da bireyler ve toplumlar üzerinde değişimlere neden oldu. Teknolojik gelişmeler kendi kültürleriyle birlikte insanların hayatlarına girerler, dolayısıyla teknolojinin getiridiği kültür ile toplumun içinde var olan kültür bir çatışma içine girebilir.
Sosyal medyada ortaya çıkmaya başlayan bazı akımlar bireylerin kendi kültürleriyle ters düşüyor olsa da kabul edildi ve uygulanmaya başlandı. Sosyal medyada oluşan toplum -özellikle gençler arasında- bireylerin onaylanılması gereken bir yer haline geldi. Bu durum sosyal medya akımlarının öncelikle bireyleri ardından ise daha geniş bir kitleyi şekillendirdiği bir mecra oldu.  Mahremiyet Algısının Dönüşümü Sosyal medyanın bireyleri birbirine bağlarken aynı zamanda yeni bir iletişim biçimi de ortaya çıkarır. Bir sanal gerçekliğin ortaya çıktığı ağlarda bireyler kendilerine farklı profiller çizebilirler, olduklarından farklı davranabilirler. Bu farklılaşma son yıllarda üzerine çokça tartışılan bir alanı oluşturdu.
Tüm bu farklılaşmanın dışında toplumsal değer yargıları sosyal medya ile birlikte bir değişimden ve dönüşümden geçmeye başladı. Değişim ve dönüşümü tartışırken pergelimizi sabitlememiz gereken nokta mahremiyet algısı, zira sosyal medyanın temelden sarstığı yahut farklılaştığı kavram bu.  Belirtmek gerekir ki mahrem ve mahremiyet kavramları tanımlanması son derece zor alanlardır. Toplumdan topluma farklılık gösteren mahremiyet kavramı, aynı toplum içinde dahi farklı gruplar tarafından sınırları farklı çizilebilir. Ayrıca bu kavramın dönemden döneme değişiklik arz ettiği de söylenebilir.
Şimdi mahremiyet kelimesinin etimolojisine bakalım öncelikle, ardından kavram alanına değindikten sonra sosyal ağlarla birlikte yaşanan değişimi tartışalım. Mahrem kelimesi Türkçe'ye Arapça'dan geçmiştir ve kökü haram kelimesine dayanır.
Mahremin anlamsal alanına bakıldığında "1. Şeriatın yasak ettiği, haram. 2. Evlenmeyi şeriatın yasak ettiği nikah düşmeyen. 3. Yakın akrabadan olduğu için kadınların kendisinden kaçmadığı. 4. Biriyle içli dışlı, her türlü işlerini bilen. 5. Gizli, herkese söylenmez; herkesçe bilinmemesi gerek" anlamları ile karşılaşılır. Mahremden türetilen mahremiyet ise, "Mahrem olma durumu, bir kimsenin gizli özelliği. İslam hukukunda şer'an nikah düşmeme durumu"  karşılıklarını verir.  Gizlilik ve herkese kapalılık tanımlamaları içinde şekillenen mahremiyet, bu özelliklerinden dolayı ifşaya ve ifşaata kapalı olandır. Mahremiyetin sınırları hem toplum hem de birey tarafından belirlenir.
Bireyin kendine çizmiş olduğu sınır mahremiyetini ortaya koyar ve bu sınır onu toplumdan, kamusal alandan sınırlar, bireyin izin verdiği ölçüde bu alana girmek mümkün olur. Şunu da belirtmek gerekir ki; bireyin kendi mahremiyetini çizdiği alan da kısmen toplum tarafından belirlenir. Toplumun bireylere öğrettiği, yansıttığı hatta bazen dayattığı bazı sınırlar vardır ve bireyin bu sınırların dışında hareket etmemesi beklenir. Dolayısıyla kişisel mahremiyet toplumun da koyduğu görünmez sınırlarla bireylerin kendileri tarafından çizilir.  Günümüzde belki artık sosyal medyasız bir sosyallik düşünülemese de sosyal medyanın hayatımızda olmadığı günlerde bireylerin mahremiyetlerini kendi elleriyle ihlal etmeleri ve bu eylemden hoşnut olmaları çok mümkün gibi durmuyor.
Fakat bugüne baktığımızda Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in söylediği gibi "mahremiyet artık norm değil. İnsanlar sadece daha çok ve çeşitli bilgiyi paylaşmakla kalmıyor, daha çok insanla ve daha açık bir şekilde paylaşıyorlar ve bundan memnunlar." Webster's New World Dictionary'e giren "abartılı paylaşım" kavramı şahsi bilgileri ortaya sermek; kişinin bir blogda veya başka bir yayın organında özel hayatını teşhir etmesi; teşhire maruz kalan kişiden ısrarla onay beklemesi anlamını taşıyor. Mesele sadece ifşa ve teşhir değil, aynı zamanda başkalarının da onayını alma arzusuna dönüşüyor. Bu arzu sosyal medyada ne yaş, ne cinsiyet dinliyor.
Descartes'in meşhur sözü olan "Düşünüyorum, öyleyse varım", "Görülüyorum, öyleyse varım"a dönüşüyor.  Görülmek ve kendini teşhir etmek aslında pekçok insan açısından sorunlu iken dini hassasiyetleri olan kişiler için daha problemli bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Burada biraz uzunca bir alıntı ile Nazife Şişman'a kulak verelim: "Müslümanların nefs terbiyesinin temel ilkesinin az konuşmak olduğunu; ayıpların örtülmesinin temel ahlak kaidesi olduğunu; kendini övmenin en büyük ahlak zaafı ve ‘görünme'nin de ‘olma'nın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu kabul ederler. Bu kabullere rağmen Müslümanların, görmenin ve görünmenin hiyerarşisini değiştiren yeni teknolojileri sorgulamaksızın ve hiçbir filtre ya da kasis koyma gereği duymaksızın hayatlarına dahil ediyor oluşu, zamanımızın en çelişkili ve en eklektik durumu."  Sosyal Medya Kuralları vs Toplumsal Kurallar Sosyal medya kendi kurallarını herhangi bir aidiyet dinlemeden bireylere dayatabiliyor.
Ayrıca bireylerin toplum içinde varlıklarını sürdürebilmeleri, kabullenilmeleri ve onaylanmaları da bu dayatmaları kabul ile mümkün olabiliyor. Ancak zaman zaman toplumun kültürü ile sosyal medyanın kültürü birbiri ile çatışır hale gelebilir. Bu çatışmayı örnekler üzerinden yorumlamak daha yerinde olacaktır.  Bireylerin mahrem alanlarından biri hanesidir. Kültürel kodların bizlere söylediği evin, eve ait olan şeylerin kapıları samimiyete dahası yakınlığa bağlı olarak başka kişilere açılır. Ancak öncesinde bu hassasiyetlere bağlı olan kişiler dahi evlerinden görüntüleri sosyal medyada paylaşmakta artık bir sakınca görmez hale gelmişlerdir.
Evin içerisinde yapılan bazı değişikliklerin ya da eve yeni alınan bir eşyanın sosyal medyada paylaşılması neredeyse olağan karşılanır olmuştur. Evimizin kapılarını açmadığımız kişiler hatta belki hayatımız boyunca neredeyse 10 dakika bile konuşmadığımız Facebook arkadaşlarımız artık evlerimizin içine sızmışlardır. Evimizin anahtarlarını ise bizler onlara kendi isteğimiz ile teslim etmişizdir.  Diğer yandan fotoğrafla ilgili diğer bir konu ise kendimize ait olan fotoğraflardır. Belirli bir zaman öncesinde ve hala günümüzde suret yasağını tartışan Müslümanların bazıları artık kendi görüntülerini yayınlamakta herhangi bir sakınca görmemektedirler.
Sadece bir profil fotoğrafı belirlemenin ötesinde hayatlarının farklı zamanlarına yönelik anları takipçileriyle ya da ‘arkadaşlar'ıyla paylaşmakta herhangi bir sakınca duymazlar. Sosyal medyada görünür olmak kimileri için çoğu tartışmanın önüne geçmiştir. Elbette kendi hassasiyetlerine özen göstererek bu akımlara yenilmeyen kişilerin de varlıklarını ifade etmek gerekir.  Fotoğraf ile ilgili olarak değinilebilecek diğer bir konu ise bireylerin çocuklarının fotoğraflarıdır. Çocuğun elbette ki fotoğrafının yayınlanıp yayınlanmama konusunda herhangi bir tercihi bulunamaz, buna karar verecek olan onun ailesidir. Ancak kendi fotoğrafını yayınlamaktan imtina eden ve bunu doğru bulmayan bireylerin çocuklarının fotoğraflarını sosyal medyada paylaşmaları, kendi fotoğraflarını kullanmamak için çocuklarının fotoğraflarını profil fotoğrafı olarak kullanmaları bir çelişkiyi de beraberinde getirir. Kendi fotoğrafını sergilemeyi uygun bulmayan bir kişi neden çocuğunun fotoğrafını paylaşmakta bir sakınca görmez? Bir diğer tartışılabilecek konu ise özellikle bir dönem furyaya dönüşen yemek fotoğraflarıdır.
Özellikle özenli bir şekilde hazırlanmış olan yemeklerin fotoğraflarını çekerek paylaşmak sosyal medya kullanıcılarının bir dönem sıklıkla paylaştıkları fotoğraflar arasında yer aldı. Çoğunluğu "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" Hadis-i Şerif'i ile yetişmiş olan bir toplumun sosyal medya trendlerini takip etmek, üstten dayatılmış olan bir kültüre boyun eğmesi tartışılır konulardan biridir. Yediği ve ulaşabildiği yiyeceği ekonomik ve sosyal statü göstergesi olarak görmeye başlayan bireyler, içinde yetişmiş oldukları diğer toplumsal değerleri düşünmeksizin kendilerini sosyal medyada oluşan değerler sisteminin rüzgarına bırakıvermişlerdir. Dışarıda lokanta ya da cafelerde yediklerinin fotoğraflarını teşhir etmekten çekinmeyen bireyler aynı zamanda evlerinde hazırlamış oldukları sofraların da fotoğraflarını ifşa etmekten geri durmazlar.  
Sosyal Medya ile Aracılandırılan İbadet Sosyal medyada eleştirilebilecek paylaşım örnekleri ayrıca ibadet sırasında yapılanlar olabilir. Gidilen camiiden konum bildirmek sıralayabileceğimiz örneklerden belki de en masum olanı. İbadethanede bulunup maneviyatı yaşamanın yanı sıra ayrıca sosyal medya arkadaşlarını da durumdan haberdar etmek arzusu ortaya çıkar. Zira sosyal medya her attığımız adımı duyurmaya yönelik bir sistem ile işler.
Namaz kılarken çekilmiş fotoğraflar ise manevi arayış dışında farklı arayışları da imler niteliktedir.
Hacc'dan paylaşılan fotoğraflar hatta sosyal ağlar üzerinden yapılan canlı yayınlar ibadetin mi yoksa sosyal ağ ‘cemaati'ne duyurunun mu önemli olduğu sorusunu/sorununu akıllara getirir.
Her şeyi gören ve bilen Allah'a yapılan ibadeti, bireyler, her şeyi göremeyen ve bilemeyenleri de görür ve bilir hale getirmek için sosyal medyayı kullanır.
Sosyal medya ile yapılan ibadeti göstermek neredeyse sosyal medya ‘farz'larından biri haline dönüşmüştür.  
Sosyal medya ve ibadet ile ilgili olarak karşımıza çıkanlardan bir dini aracılandırmak olarak tanımlamaya çalışabileceğimiz olgu. Bu olgu ile sosyal medya üzerinden yapılan duaları belirtmeye çalışıyoruz. Çeşitli sosyal medyalar aracılığı ile paylaşılan dualara çokça şahitlik ediyoruz. Burada birey ya da inanan diyelim, Allah'a yapması gereken duayı sosyal ağ ile aracılandırıyor yani Allah'a bu yol ile ulaşmaya çalışıyor. Eğer bunu yapmıyor ise -ki böyle düşünmediğini düşünmek isteriz- o zaman ibadetini teşhir etmeye çalışıyor.
Belki gün içerisinde, iftar sofrasında etmediği duayı sosyal medya hesaplarından paylaşmayı tercih eden bir grubun olduğunu söyleyebilmek hiç de zor değil.  
Değerlendirme Az bir süredir hayatımızın içinde olan sosyal medya her geçen gün alışkanlıklarımızı, değerlerimizi daha fazla etkileyen ve hayatımızı şekillendiren bir hal almaya başladı. Toplumun hangi kesiminden olursa olsun sosyal medya kültürüne direnç odakları geliştirebilmek pek mümkün olamıyor, değer yargıları ile sosyal ağlar üzerinde yapılanlar birbiri ile çelişiyor. Kültürümüzün getirdiği bazı yaşam pratikleri sosyal medya devreye girdiğinde unutulup gidiyor. Unutulan sadece kültürel kodlar değil, aynı zamanda dini uygulamalar da. Sosyal medyada oluşan kültür ile toplumların kendi kültürlerinin karşı karşıya geldigi zamanlarda sosyal medya kültürü kazanan oluyor.
Bireyler sosyal medyada varlıklarını gösterebilmek için bağlı oldukları kuralları hiçe sayabiliyor. Yıllardır kabul edilmiş olan kurallar yavaş yavaş değil, oldukça hızlı bir şekilde yerlerinden sarsılıyor. İbadetler sosyal ağlar üzerinden canlı olarak yayınlanmaya başlıyor, diğer yandan mahremiyet kavramının sınırları en hassas olan inananlar için bile yeniden çiziliyor.  Çözüm önerisi sunmaktan daha ziyade tespitte bulunmak için kaleme aldığımız bu yazı sadece bir farkındalık oluşturmayı hedefledi; sorunları görmek ve çözümü birlikte oluşturabilmek için...

* Bu yazı Kagem Bülten'in 4. sayısında yayınlanmıştır.

6 Eylül 2018 Perşembe

İnziva


Emin değilim sizi görmek istediğime
Ördüğüm kozadan çıkmak istediğime de
Kapalı ama korunaklı
Yalnız ama huzurlu
Sabit lakin sakin
Küçük fakat rahat.
Zor kaçtım girdim içine,
Çokça emekle ördüm yaramaz çocuklar gibi çomak sokmalarınıza rağmen
Kaçtım, saklandım kimse bulamasın diye, kimse görmesin diye
Böyle iyiyim
Çünkü
Emin değilim sizi görmek istediğime

6 Haziran 2018 Çarşamba

Söz ve sükut ikilemi


Bir atanın sözüne göre “söz gümüş ise sükut altındır”. Mevlana’ya göre ise, “ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabildiği kadardır”. Fuzûlî ise “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” dizeleriyle dile getirmeye çalışmış içinin sıkıntısını. Günümüzden bir ses Birhan Keskin ise “İçime işleyen acıyı size değil/Bir suya bırakmayı öğrendim” dizelerinde sitemini dillendirir.

Eskiden ve günümüzden nice cümle sıralanabilir konuşmak ile susmak, söz ile sükut arasında gidip gelen ruh haline tercüman olan. Susmak insanın doğasına aykırı. Hep bir anlatma çabasında olmuş insan. Evrimsel düşünüldüğünde bir şekilde çıkardığı sesler anlamlı bir bütün haline dönüşene kadar şimdi yabanıl olarak adlandırılabilecek sesler çıkararak anlaşmaya çalışmış insan. Yaradılış’a göre ise Kur’an’da “Allah Adem’e her şeyin ismini öğretti” ile Kitab-ı Mukaddes’te ise “Önce söz vardı” ile söz öncelenmiş.

Dile getirmek, anlatmaya çalışmak insanın doğasında var, küsüp susmayı öğrenene kadar. İnsan gözünü hayata açtığından itibaren bir şekilde sesini duyurma isteğinde. Bebek rahimden dış dünyaya çıktığında ağlayıp bağırarak dünya ile selamlaşmakta, ardından ilk kelimeleri için herkes peşinde pervane olmakta, sonra ise “ne çok konuşuyor” diye sitem, konuşmuyor ise “neden konuşmuyor” diye feryat etmekte. Demek insanın insana yaranması zaten zor konuşsa da sussa da. Lakin konuşmak insanın doğasında var, susmak sonradan öğrenilen ya da susmak sonradan öğretilen. Dünyaya yeni gözlerini açan bebek “konuşmasam da olur, nasılsa anlamayacaklar” demeyecektir hiçbir zaman.

Yılların acımasızca öğrettiği şeylerden biri susmak. Fakat o atanın söylediği gibi “sükut altın” olduğundan değil, çünkü altının değerini bilmek için önce altını bilmek gerekir. Altının değerini bilmeyen için suküt sessizlikten başka şey değildir. Bir şeyler konuşmak sükuttan uzak kalmak değildir. Bazen konuşulan şey esas sözü gizlemek içindir. Bazen defalarca dile getirilen sözün karşılığının olmadığını gördüğünüzden yenilemeye ihtiyaç duymadığınızdandır sükut. Yani Mevlana’nın dediği gibi “ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabileceği kadardır” sözünün doğruluğunu bilmenizdendir. Fakat yine de içinizde Fuzûlî’nin attığı çığılıklara zaman zaman yenik düşerek “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” ikilemidir.

İnsanın hayatı söz ile susmak arasında gidip gelir sanki. Konuşmaya başlarsınız, susmayı öğrenirsiniz; baktınız olmuyor konuşmayı yeniden öğrenirsiniz, sözün gücüne inanırsınız; birbirinin ardı sıra sıralanan sözlerin bir karşılığının olmadığını görünce yeniden susmayı tercih edersiniz.

Susmak, tam manasıyla susmak değildir aslında. Susan, içine konuşur; susan, içinde konuşur. Sözün duyulmaz hale gelişi, sözü susturmaz. Kimi bir bakış ile anlatmaya çalışır, kimi gözünün kenarında biriken bir damla yaşla. Lakin olanın muhatabınızda karşılığı yoksa herşey mana dışıdır. İletişim sürecindeki kod açma işlemi gerçekleşmiyorsa iletişim gerçekleşmez. Kod ortak değilse, iletişim tamamlanmaz.

Susmak, bazen nice sözle anlatılacak olandan daha kıymetlidir, lakin kodu çözene/çözebilene, çözme azmini geliştirene.

26 Mart 2018 Pazartesi

Metnin özgürleşmesi üzerine


Yapıt, özgürleştirilebilir değildir. Okuru hangi yönde okuması gerektiğine yönlendirir ve yazar burada görev başındadır. Yani okuru yeniden üretmesi için yazı ile başbaşa bırakan bir yazar mevcut değildir. Aksine yazar, eserini bırakmaz.

Metinde ise görevini tamamlamış bir yazar vardır. Metin bittikten sonra yani yazma işi sona erdikten sonra (çünkü metin hiç bitmez, metin sonsuzdur) yazar metin ile okuru başbaşa bırakır. Okur, anlam üretebilmek için metinle birlikte kalır. Yapıtta olduğu gibi müdahil olan bir yazar yoktur. Artık yazar ortadan kaybolmuş ve metin özgürleşmek için kendini okura bırakmıştır. Okuru, aktif olarak tanımladığımıza ve bir anlam üreticisi konumuna koyduğumuza göre metinde karşımıza çıkan okur, yapıtta yoktur. Okur, yapıtta aktif bir rol üstlendiğine göre yapıt ile karşı karşıya kalan kişiye okur demek doğru mudur yoksa o sadece bir “okuyan” mıdır? Yazıyı yeniden üretmesi konusunda imkan olmayan bu kişi Barthes’in yaptığı yazar ve yazman ayrımında olduğu gibi olsa olsa okuyan rolünü üstlenecektir.

Yapıt, kendisi ile muhatap olanı metnin yaptığı gibi içine çekmeye, oyun oynamaya davet etmeyecektir. Yapıt ile karşısında yer alan kişinin arasında kişinin yazıya doğrudan temasını engelleyen biri vardır, bu yazardır. Bu noktada üç kişilik bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Metinde ise iki kişilik bir oyun söz konusudur. Okurun metinle oynadığı gibi metin de okurla oynar, ona sadece bir oyun değil, oyunlar sunar. Metnin doğabilmesi için yazarın ölmesi ve okurun doğması gerekir.

Metin, farklı okumalara, farklı anlamlandırmalara kapıları aralar. Fakat bu noktada Eco’nun da sözünü ettiği hak eden okur kavramını düşünmek gerekir belik. Metin, kendisini açması ve sunması için okurun onu hak etmesini bekler. Çünkü bir metin karşısında sadece “okuyan” olarak kalan kişi için metnin yapabileceği bir şey yoktur. Bu durumda metin, oyun arkadaşını bulamayan bir çocuk gibi üzüntüye boğulacak ve bir başkasını beklemeye koyulacaktır.


Bu yazı Roland Barthes’in “Yapıttan Metne” yazısının düşündürdükleri ile yazılmıştır.

8 Mart 2018 Perşembe

Bunun Bu Dersle Ne İlgisi Var?


Zaman zaman karşılaşılan bir cümle olabilir bu yazıya başlık olan: “Bunun bu dersle ne ilgisi var?” Ders denilen şey sadece haftalık olarak belirlenmiş olan ders izlencesinin anlatılması ise onun dışında sarf edilenler elbette ilgisiz olabilir. Fakat derse ve üniversiteye bakışınızın nasıl olduğuna göre “bunun bu dersle ne ilgisi var” sorusunun yanıtları değişecektir.

Öncelikle “üniversite ne?” sorusunu yanıtlamak gerekiyor belki. Bilimsel kaynaklara başvurmadan, kendim için şekillendirmiş olduğum yapıyı aktarmaya çalışayım.

Üniversite her şeyden önce bir kültürdür. Herkes kendi gibilerle olmayı tercih ediyor olsa da farklı kültürlerin tanınabileceği bir yerdir aslında. Farklı şehirlerden hatta farklı ülkelerden gelen kişilerin bir araya geldiği ve –belki tercih edilmese de- birbirleriyle iletişim kurabilecekleri bir yerdir. Diğer yandan akademik kültürün öğrenileceği tek mekandır üniversite. Her ne kadar nostaljik olsa da artık akademik geleneklerin gözlemlenebileceği bir yerdir. Dinlemeyi öğretir, başka fikirlere saygılı olmayı öğretir, lakin hocanın başka fikirlere saygı duymayı önemsemediği bir yerde elbette öğrencinin başkalarına saygı duyması pek beklenebilecek bir şey değildir. Lisans öğrencisi iken bir derste hoca ile yaptığım tartışma sonucunda bana şunu demişti: “Söylediğin gibi olduğunu düşünmüyorum, fikrine katılmıyorum ama senin düşüncene saygı duyuyorum.” Belki cümle tam olarak bu değildi ama benzer bir şeydi. Bu öğrencilerine değer veren bir hocanın yaklaşımıydı. “Sen ne bilirsin” dememişti, kendi fikrini bana dayatmamıştı, sadece katılmadığını söylemekle yetinmişti ve bir tartışmanın gerektirdiği zaten buydu. Bir diğer derste, bir öğrenci dersin hocasına şöyle söylemişti: “Hocam hep Batı’yı anlatıyorsunuz Doğu’da bu alanda hiç bir şey olmamış mı?” “Haklısın” demişti hoca, bunun kendi eksikliği olduğunu söylemiş ve özür dilemişti sınıftan. “Araştıracağım ve anlatacağım size” demişti ve anlatmıştı sonraki derslerinden birinde. O naif, ince kadın gözümde öyle büyümüştü ki… Evet, hoca her şeyi bilemezdi ama bilmediğini itiraf etmesi gerektiğini biliyordu ve nasıl öğreneceğini de. Soruyu soran öğrenciyi küçümsememişti, bilmediğini örtmek için onu terslememişti, belki başka çalışmalara yoğunlaşmışken hiç aklında olmayan bir konuyu öğrenmek için günler harcamıştı. Uzatmadan son bir örnek daha vermek istiyorum. Yıllardır aynı dersi veren bir hocam, “Nihal, şu kitabı bana bulabilir misin? Belki yeni şeyler vardır, yavrucaklara anlatayım” demişti. O sert tavrının altında belki de öğrencilerini en fazla düşünen hocalardan biriydi. Yeni bir şey varsa öğrencileri ondan eksik kamasın istiyordu. Şimdi dönüp bakınca böyle bir rahleden geçmiş olduğuma seviniyorum ve elbette o zamanlarda olmasa da şimdi bunların önemini iyi idrak ediyorum.

Üniversite sadece bilgiyi değil, bilmeyi öğrenmenin bir yeri aynı zamanda. “Biz size bir düşünce öğretmeyiz ama nasıl düşünebileceğinizi öğretiriz” demişti yine bir hocam. Kendi ideolojini dayatmadan düşünme metodolojisini öğretir üniversite (belki şimdi öyle olmasa da). Bunu öğrenmenin yeri de bir sınıf değildir sadece. Bazen kantindir, bazen bir yol arkadaşlığıdır hoca ile öğrencinin yaptığı, bazen bir park, bazen bir kafedir, bazen ayaküstü başlayan ve dakikalar süren koridor sohbetidir belki ve sohbet öğrenmenin en iyi yoludur.

Daha örneklenecek çok şey olabilir. Fakat üniversite sadece derste ders konularının anlatıldığı yer değildir. Güncelin konuşulduğu, hayata dair konuşulan da bir yerdir. Dersin konusu değil diye düşünerek bilgiyi paylaşmamak aslında herkesten çalmaktır. Farklı bakış açıları gösterebilmektir, “illa böyle düşün” demeden. Hani klasik bir söz vardır ya “önündeki ağaca bakmaktan ardındaki ormanı göremiyorsun” diye, işte ormanın varlığını gösterebilmektir ve o ormandaki ağaçların bazılarından hoşlanılmasa bile onlara zarar vermeyi asla aklından geçirmemesi gerekliliğinin içselleştirilmesidir. Konular arasında bağlantı kurulabilmesini aktarmaya çalışmak, ezberin önemsizliğini göstermektir. Çünkü önemli olan ezber değil, bilmektir, kendi düşüncesini ortaya koyabilmektir.

Tüm bunlar ve daha çoğu belki bir üniversiteyi meslek edindirme kursundan farklı kılan. Çünkü üniversite sadece bir meslek edinmek için okunan bir yer değildir. Sadece tekniği değil, o tekniği nasıl kullanabileceğini ve o tekniği başka olgularla nasıl bağdaştırabileceğini gösterir. “Bu benim ne işime yarar” diye soran öğrenciye bazen alaylı ama yine de sabırla cevap üretebilmektir belki de üniversite. Kullanmasını bildiği halde işine yarayacaktır çünkü o, kullanmasını bilirse ve bu nedenle nasıl kullanabileceğini öğrendiği yerdir üniversite.

Böyle düşününce anlatılan her şeyin aslında o dersle ilgisi vardır. Hikaye değildir anlatılanlar, masal hiç değildir. Konu dışı olan şeyler doğru bağlamda aslında hep konuyla ilgilidir. Bazen konuya giriş için dikkati toplama çabasıdır, bazen gündemde olan konuyu aktarmak ve farkındalık sağlamaya çalışmak için bir dipnottur. Elbette tüm bu sözü edilenler derste sorulan sorular için de geçerlidir. Dersle ilgili değil diye sorulmayan nice soru vardır belki öğrencinin zihninde. Eğer o soru kafada oluşmuşsa hiç tartışmasız dersle ilgilidir. “Bu sorunun bu dersle ne ilgisi var” sorusu daha doğrusu yargısı, “bunun bu dersle ne ilgisi var” sorusu kadar sığdır.