Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

30 Haziran 2019 Pazar

Yardım eden yardım alanı sergileme hakkına mı sahip? *


Birine hayır yapmanın vicdani ya da toplumsal ya da her ikisini de kapsayan bir faydası var. İçinde bulunduğumuz ay nedeniyle çeşitli yardımlaşma ve dayanışma faaliyetlerinin de daha fazla ön plana çıktığı bir zamandayız. Peki ama yardım edilenin sergilenmesi ne kadar ahlaki? Bu yazı bu sorudan yola çıkarak ne yapılabilir’e dikkat çekmeye çalışıyor.
Yukarıdaki soruyu hepimiz çeşitli vesilelerle düşünmüşüzdür belki. Benim aklımda bir süredir takılıp kalmasını sağlayan ise bir köy okuluna yapılan destek kampanyasına ilişkin sosyal medya paylaşımı. Büyük bir iyi niyetle çocukların ihtiyaç duydukları şeyler seçilmiş, alınmış ya da paylaşılmış ve sonuçta toplanan ihtiyaçlar okula götürülmüş ve çocuklarla paylaşılmış. Aldıkları hediyeler karşısında çocuklar kuşkusuz çok mutlu olmuşlardır, çok sevinmişlerdir. Hikaye sadece burada bitmiş olsaydı da çocukların mutluluğunu anlayabilmemiz çok güç olmazdı. Ancak hikaye burada tamamlanmamış. Elbette günümüzün şiarı haline gelmiş olan “fotoğrafı yoksa olmamıştır” cümlesi yönlendiriciliğini yapmış. Hadi buna da tamam diyelim, belgelemek için ya da sadece size kalacak bir anı için yapabilirsiniz elbet. Sorun fotoğraf çekmekte değil. Sosyal medya hesabında çocukların her birinin yüzü netlikle seçilebilecek şekilde fotoğrafları yer alıyor. Yardım eden ve yardım alanın birbirini bilmemesi gerekliliğine hala inananlar için konuyu açıklayabilmek çok güç. Her yapılanın başkasına gösterilmesi gerektiğini düşünenlere de konuyu açıklayabilmek aynı oranda zor.
Mahremiyete değer vermeli
Yardım eden ve yardım alan arasında olanın mahremiyeti her daim önemli ama söz konusu çocuk olduğunda ise bu daha önemli hale geliyor. Yetişkinler bu tür yardımlar alırken kameralardan kaçmaya, bazen yüzünü kapatmaya çalışarak kendini görünmez hale getirebiliyor. Konudan bir miktar saparak şunu da belirtmek gerekiyor ki, yüzü gizlemek utanılacak bir şey yapıldığında ortaya çıkan bir davranış biçimi, oysa yardımı alan kişinin utanması gereken bir şey yok. Yüzünü örtmesi gereken kim? Sorusu da bir ek olarak burada kalsın.
Çocuklar kendilerine gösterilen ilgiden memnun oluyor olsalar gerek. Bir etkinlik düzenleniyor, o etkinliğin öznesi onlar haline geliyor, çeşitli hediyeler veriliyor ve mutlu oluyorlar. O sırada gördükleri objektiflere sevecenlikle ve mutlulukla gülümsüyorlar. Onların o fotoğrafların neden çekildiği, nerede kullanılacağı, ileride karşısına çıkıp çıkmayacağı gibi bir soruyu kendisine sormayacağı aşikar, böyle bir beklentimiz de yok elbette. Çünkü o çocuk. Bu soruyu sorması gerekenler yine başkaları.
Etik kodlar belirlenmeli
Çocuğun fotoğraflarda kullanılması ve bunun özellikle sosyal medya üzerinden paylaşılması yani yıllar sonraya bile iz bırakması yardım yapan organizasyonların gündemine alması gereken konulardan biri.  Yardım alan kişinin kimliğinin açık olarak tanınabileceği görsellerden uzak durarak farklı kadrajlar yakalayabilmek elbette mümkün ancak daha uğraş gerektiriyor. Fakat genelde tüm yardım alanların özelde ise çocukların mahremiyeti bu uğraşa değer. Yardım organizasyonlarının kendi faaliyetlerini görünür kılmak için yardım ettikleri kişileri teşhir etme haklarının olmadığının ayırdına varması gerekiyor.  
Sorun genelde yardım alanların kimliğinin görünür şekilde temsil edilmesi. Ancak söz edildiği gibi konu çocuk olduğu zaman hem kendisinin bilinçli bir karar verişe sahip olmaması hem de ileriki zamanlar içinde unutmayan bir belleğe sahip olan internette fotoğraflarının yer alması çocuğun mahremiyetine de zarar verici olarak düşünülmeli. Bu nedenle yardım organizasyonlarının kendilerine konuya ilişkin bazı etik kodlar belirlemesi gerekiyor gibi.

* Bu yazı 09.05.2019'da sivilsayfalar.org adresinde yayınlanmıştır. http://www.sivilsayfalar.org/2019/05/09/yardim-eden-yardim-alani-sergileme-hakkina-mi-sahip/

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bir kadının kendini sevmesi devrimdir



Bazı zamanlarda bazı görseller çok etkiler insanı. Görsel sayfalarca yazıyla anlatılamayanı bir ana sığdırır ama bir yandan da sayfalarca yazıya kapı aralar. Bir kaç görsele yazı borcum var içimde. “Bununla ilgili yazayım” dediğim ama bir türlü oturup yazmadığım. Ama Twitter’da gördüğüm yukarıdaki görsel o hengamenin arasında kalmasın istedim. Gördüğümde çok şey düşündürdü bana. Yazının içimde yazıldığını fark ettikten sonra, içimi deşifre vaktinin geldiğini hissettim.

Bunu göreli 3-4 gün olmuş olmalı. Ara ara döndüm baktım. Sonrasında daha uzatmayıp yazayım istedim. Aslında görseldeki yazı beni çeken. Görselin bir analizi değil peşinde olduğum. Mükemmel bir tespitin slogana dönüşümü: “Bir kadının kendini sevmesi devrimdir”. Aslında her insanın kendini sevmesi devrimdir. Lakin kadınlık üzerinden kurgulanmış bu sloganı bozmaya hiç niyetim yok. Bir kadın olarak kendimi sevmenin değerini anladığımı bu slogan bana yeniden idrak ettirdi.

Ne peki bu sloganın ya da gayet yerinde olan tespitin bana çağrıştırdığı? Öncelikle şunu söylemeliyim. Evet kendimi seviyorum. Özellikle Kadıköy civarında gözüme çarpan duvar yazılarında gördüğün #iyikivarım’ı da görünce epeyce eğlenmiştim. Fakat bu kendini sevmek konusu benim için özellikle günümüzde sosyal medyanın da körüklemiş olduğu bir narsizmden uzak. Gölde kendine hayran bakan bir Narkisos hayranlığı ya da beğenisi değil. O yüzden üzerinde konuştuğumuz cümle bana ilk başta beğenmek kelimesini getirdi.

Bir beğeni değil kendimi sevmem. Beğeni biraz daha fiziksele yönelik gibi geliyor kulağıma ve öyle gelince tırmalıyor da. Sürebilen bir şey de değil beğeni. Bugün beğendiğimizi yarın beğenmeyebiliriz sonuçta. Ve önemlisi belki şu ki beğenmediklerimizle de sevebiliriz. Kendini sevmek bu yüzden devrim belki. Kendime duyduğum ne Narsisizm ne beğeni. Daha dostça bir sevgi. Nasıl ki dostlarımızın iyi yönleri ve kötü yönleri varsa ve biz koşulsuzca kabuleniyorsak öyle bir sevgi. Beğendiklerimle ve beğenmediklerimle bir sevgi. Dış görünşten ve dış faktörlerden uzak bir sevgi.  Dış görünüşü tamamen yadsımak değil söylediğim ama başkası ya da başkaları içinden daha çok kendim istediğim için bir şey yapmak ya da yapmamak. Zaman zaman gelen eleştirilere rağmen (ki içimden hep “sizene” diyorum) saçımı boyamamak mesela. Canım istiyorsa makyaj yapmak istemiyorsa yapmamak. Bazen daha özenli giyinmek bazen ise hiç özen göstermemek. Hem öylesini hem de böylesini seviyorum. Aynaya baktığımda gördüğüm şeyi beğenmiyor olabilirim ama seviyorum.

Lakin tek mevzu dış değil işte, iç de önemli. Çok mu klişe? Önemli olan iç güzelliği falan hani. Öyle değil. Koşulsuz ve şartsız sevebilmek. Kendimle barışıp kendimi temize çektiğimden beri koşulsuz sevebiliyorum. Kendimi de başkalarını da. Her şeyimi beğenmiyorum ama beğenmiyor olmama rağmen seviyorum. Bir ateşkes değil, bir anlaşma gibi. Hatalarımla, keşkelerimle, iyi ki’lerimle, pişmanlıklarımla... Hepsini cem ederek anlaşıyorum kendimle. Belki dışarıdan gelen eleştirileri çok sevmiyorum ama kendimi acımasızca eleştiriyorum, lakin kırmıyorum. Kırarsam o kırıklar önce bana sonra başkalarına batıyor çünkü. Kendimi ve başkasını kanatmayı hiç gerekli görmüyorum.

“Bir kadının kendini sevmesi devrimdir”. Çünkü bir kadın kendini sevebilmek için kendi dışında konuşulanlardan, onu şekillendirmeye çalışanlardan, toplumsal baskılardan önce uzaklaşmak zorundadır. Tamamına tıkayabildim mi kulaklarımı? Belki hayır. Ama çoğuna tıkayabilmeyi öğrendim. Öğrendiğimiz vakit kendi doğrularımızla yürümeyi öğreneceğiz. Topuklu ayakkabı giymeyi onaylamayan kadınlara da tıkadım, aile olmanın yolunun çocuktan geçtiğini savunanlara da. Belirlenmiş kalıp doğrular kime göre ve neye göre doğru, neye hizmet ediyorlar acaba? Belki önceden çoğumuz sorduk bu soruyu kendimize. Uygulamaya geçmek çok kolay değil, birden her şeyi yıkarak da olmuyor, adım adım oluyor. Belki devrim değil, evrim benimki. Ama daha ayağı yere basıyor, daha içselleşiyor. Lakin evrim de olsa devrim de olsa, bir kadının kendini sevmesi bir dönemeç oluyor, bir kilittaşı. “Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diyor ya hani şair her şey kendini sevmekle başlıyor ama her şeyiyle sevmekle, iyisiyle de kötüsüyle de. İnsan kendini sevdi mi kırıklarını başkalarına batırmıyor.

4 Ocak 2019 Cuma

Ceren Damar'ın Ardından


Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi olan Ceren Damar bir öğrencisi tarafından öldürüldü. Günlerdir haberlerde okuduğumuz bir cümle bu. Henüz araştırma görevlisi, akademide uzun bir yol vardı önünde ve geçmiş zamanlı bir cümle kurmak ne zor gencecik bir kadın için. Upuzun bir hayat olacaktı önünde, sınav kaygıları olacaktı, uykusuz geceleri olacaktı makale yazma uğraşında olduğu. Bir vicdansız aldı aramızdan falan demeyeceğim, iş o kadar basit değil çünkü, çok yönlü.
Bir hukuk öğrencisi Damar’ı öldüren, fakültesinin bir nebze önemi var elbet ama en başta bir üniversite öğrencisi. Toplumun çoğunluğundan eğitim, entelektüel birikim, insana bakış olarak farklı bir noktada durmasını beklediğimiz bir birikime sahip olduğunu varsaydığımız bir üniversite öğrencisi cana kasteden. “Geçmem için kopya çekmem gerekiyordu” diye kendini savunmaya çalışan biri. Yanlış burada başlıyor. Çünkü nasıl bir “özgüven” ile yetişiyorsa bu çocuklar, başarı için her yolu mübah görebiliyor. Başarısı, suç olan bir şeye bağlı ise eğer hatayı kendinde değil, onu görmezden gelmeyende arıyor. Bu haklılık paranoyasını ilk kez duymuyoruz ama bir cana mal oluşuyla sanırım ilk kez karşılaşıyoruz. Sınav sırasında uyarıldığında kendi haklı, uyaran haksız gibi laf söyleyeni ile ilk kez karşılaşmıyoruz. Bu ahlaki yoksunluğun sadece bu çocukların kendileri ile ilgili olmadığını da bir yere yazmak gerekiyor. Şu an üzüntülerini dile getiren akademi camiasının içinde bir başka hocayı arayan ve “hocam, görmezden gel”, “hocam geçiriversen” diyen hocaların olduğunu öğrencilik zamanımızdan beri biliyoruz. Bu cinayette hepsinin parmağı var demeye dil varmıyor… Birileri nasılsa ardımı toplar diye düşünüyorsa çocuklar fütusuzca davranıyor.
Bir diğer yan ise Ceren Damar, başka bir hocanın sınavının düzenini korumak için olmuş canından. Gözetmenlik yaptığınız sınavın düzeni size emanettir. Bir hoca diğer meslektaşına güvenerek o sınavı teslim eder. Sözlü olarak söylenmesine gerek yok bunun, sınavda gözetmen olmak bu demek. Yani birinin size verdiği emanete sahip çıkmaya çalışmaktır aslında sınavın düzenli geçmesini sağlamak, diğer yandan diğer öğrencilerin hakkını gözetmektir. Farklı nedenlerle sınava çalışamamış öğrenci mutlaka vardır o sınavda ama gözünü ne başkasının kağıdana diker, ne de kopya için herhangi bir adım atar. İşte o çocuğun hakkını gözetmek de gözetmenin işi olur o noktada. Ceren Damar tüm bunları gözettiği için yaşamıştır bunu o halde. Birinin görmezden gelinmesi aynı dersin sınavına giren diğer çocukların hakkına kastetmektir çünkü. “Ne var yani birini görmezden gelse” meselesi değildir bu nedenle.
Bir diğer taraf ise kadın olmakla ilgili. Ceren Damar cinayeti bir kadın cinayetidir, politiktir. Neresi politik denebilir, şöyle açıklayalım: Bir çok alanda kadın olarak çalışmanın belirli zorlukları akademide de mevcuttur. “Kadına uygun meslek” damgası ile damgalanmış olan çalışma alanlarından biridir akademide olmak. Her ne demekse “kadına uygun meslek”. Akademiyi sadece derse girip çıkmak olarak düşünen zihniyetin yaftasıdır bu. Oysa asla işi işte bitmeyen bir meslek akademisyen olmak, gerçekten seven için işten öte hayat tarzıdır zaten. Ataerkil sistemin üniversitelerde de kök salmış olan yapısını görmek gerek. Erkek öğrenci de kadın öğrenci de kadın akademisyene erkek akademisyene davrandığından farklı davranabilir, elbette hepsi için geçerli değildir ama hiç de azımsanmayacak bir ihtimaldir. Daha kolay sindirebileceğini düşünebilir, çünkü toplumsal algıdan kopuk değildir onun düşüncesi de. Öğrenciden daha ziyade akademideki diğer meslektaşların düşünceleri daha rahatsız edici olabilir. Hiçbir erkek hocanın özel hayatı ile ilgili yorum duymadım şimdiye kadar, oysa kadınlarla ilgili olarak ne kadar fazlasını duydum. Evli olmaması, çocuğunun olmaması gibi türlü şeyler. Biraz asabi ise evli olmamasına bağlanır, öğrencileriyle ilgileniyorsa “çocuğu yok ya”dır.
Üniversitedeki ataerkil sistem sadece akademisyen kadını değil, öğrenci olan kadını da dışlar. Herhangi bir taciz suçlamasında “Allah bilir öğrenci ne yapmıştır”ı duyarsınız ya da “Yazık adamın ailesi var”ı. Kadının yok mudur, kadın öğrencinin yok mudur, incinmemiş midir o? Kim kimi koruyordur? Kim kimi ne için koruyordur? Ahlak nutukları atanlar için turnusol kağıdıdır bu.
Sonuç… Sonuç genç bir kadının ölümü, öldürülüşü. Öldürenin hukuk öğrencisinin oluşu önemli mi? Evet. Adalet anlayışının nasıl değiştiği konusunda önemli. Hakkın, yasanın, kuralın nasıl anlaşıldığı konusunda önemli.