Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

6 Haziran 2018 Çarşamba

Söz ve sükut ikilemi


Bir atanın sözüne göre “söz gümüş ise sükut altındır”. Mevlana’ya göre ise, “ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabildiği kadardır”. Fuzûlî ise “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” dizeleriyle dile getirmeye çalışmış içinin sıkıntısını. Günümüzden bir ses Birhan Keskin ise “İçime işleyen acıyı size değil/Bir suya bırakmayı öğrendim” dizelerinde sitemini dillendirir.

Eskiden ve günümüzden nice cümle sıralanabilir konuşmak ile susmak, söz ile sükut arasında gidip gelen ruh haline tercüman olan. Susmak insanın doğasına aykırı. Hep bir anlatma çabasında olmuş insan. Evrimsel düşünüldüğünde bir şekilde çıkardığı sesler anlamlı bir bütün haline dönüşene kadar şimdi yabanıl olarak adlandırılabilecek sesler çıkararak anlaşmaya çalışmış insan. Yaradılış’a göre ise Kur’an’da “Allah Adem’e her şeyin ismini öğretti” ile Kitab-ı Mukaddes’te ise “Önce söz vardı” ile söz öncelenmiş.

Dile getirmek, anlatmaya çalışmak insanın doğasında var, küsüp susmayı öğrenene kadar. İnsan gözünü hayata açtığından itibaren bir şekilde sesini duyurma isteğinde. Bebek rahimden dış dünyaya çıktığında ağlayıp bağırarak dünya ile selamlaşmakta, ardından ilk kelimeleri için herkes peşinde pervane olmakta, sonra ise “ne çok konuşuyor” diye sitem, konuşmuyor ise “neden konuşmuyor” diye feryat etmekte. Demek insanın insana yaranması zaten zor konuşsa da sussa da. Lakin konuşmak insanın doğasında var, susmak sonradan öğrenilen ya da susmak sonradan öğretilen. Dünyaya yeni gözlerini açan bebek “konuşmasam da olur, nasılsa anlamayacaklar” demeyecektir hiçbir zaman.

Yılların acımasızca öğrettiği şeylerden biri susmak. Fakat o atanın söylediği gibi “sükut altın” olduğundan değil, çünkü altının değerini bilmek için önce altını bilmek gerekir. Altının değerini bilmeyen için suküt sessizlikten başka şey değildir. Bir şeyler konuşmak sükuttan uzak kalmak değildir. Bazen konuşulan şey esas sözü gizlemek içindir. Bazen defalarca dile getirilen sözün karşılığının olmadığını gördüğünüzden yenilemeye ihtiyaç duymadığınızdandır sükut. Yani Mevlana’nın dediği gibi “ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabileceği kadardır” sözünün doğruluğunu bilmenizdendir. Fakat yine de içinizde Fuzûlî’nin attığı çığılıklara zaman zaman yenik düşerek “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” ikilemidir.

İnsanın hayatı söz ile susmak arasında gidip gelir sanki. Konuşmaya başlarsınız, susmayı öğrenirsiniz; baktınız olmuyor konuşmayı yeniden öğrenirsiniz, sözün gücüne inanırsınız; birbirinin ardı sıra sıralanan sözlerin bir karşılığının olmadığını görünce yeniden susmayı tercih edersiniz.

Susmak, tam manasıyla susmak değildir aslında. Susan, içine konuşur; susan, içinde konuşur. Sözün duyulmaz hale gelişi, sözü susturmaz. Kimi bir bakış ile anlatmaya çalışır, kimi gözünün kenarında biriken bir damla yaşla. Lakin olanın muhatabınızda karşılığı yoksa herşey mana dışıdır. İletişim sürecindeki kod açma işlemi gerçekleşmiyorsa iletişim gerçekleşmez. Kod ortak değilse, iletişim tamamlanmaz.

Susmak, bazen nice sözle anlatılacak olandan daha kıymetlidir, lakin kodu çözene/çözebilene, çözme azmini geliştirene.