Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

15 Ocak 2020 Çarşamba

Bir Mücadele Alanı Olarak Kentsel Uzam ve 

Toplumun Hafızası*


Bir kentin meydanları, sokakları, kenti oluşturan yapılar, yaşanmışlıkları içinde barındıran en önemli unsurlardır. Bir kent, anlamını ortaklaşa yaşanan, paylaşılan yerlerde bulur en fazla. Toplumsal hafızayı canlandıran da toplumsal hafızanın silinmesine neden olan da sözü edilen alanların korunması ya da değiştirilmesiyle olur. Herkese açık olan kentler, toplumsal bir uzamdır.
Bir iktidar tarafından tasarlandığı kabul edilen kent -ki bu durumda devlet ya da onu temsil eden başka kurumlardır onu tasarlayan- toplum ile erkin karşılaştığı yerdir. Özel mülkiyetlerin dışında kalan kentsel mekânlar kamusal alan olarak tanımlanabilir. Ancak bu tanım bizim tarif etmek istediğimiz özelliği içinde barındırmaktan uzaktır. Uzun yıllar kamusal alan tartışmalarının yapıldığı Türkiye’de, kamusal alan kadar kamunun alanını, yani halkın alanını oluşturmak önemli hale gelmiştir. Kamusal alan kavramına yüklenen ve bizim kamunun alanı olarak tanımladığımız kavramın anlamını biraz açmaya çalışalım öncelikle.
Kamu, sözlükte her ne kadar “bir memleketteki halkın bütünü, amme” (Ayverdi, 2011, s. 1564) olarak tanımlanıyor olsa da gündelik konuşmanın içinde kamu kavramının yeri daha çok devletle ilişkilidir. Kamu denildiğinde “devlet idaresi, organları, kuruluşları, görevlileri ya da etkinlikleri gibi şeyleri, devlete ait ya da devlet kontrolünde yürütülen resmi bir alanı kastederiz” (Özbek, 2015, s. 33). Dolayısıyla uluslararası literatürde oluşmuş olan kamusal alan tanımıyla Türkiye’de uzun yıllar tartışmaların konusu olan kamusal alan kavramının farklı şeyleri imlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kamusal alan “yurttaşların ortak meselelerini, eşit ve özgür katılımla halletmeye çalıştığı yer” (Özbek, 2015, s. 34) olarak tanımlanırken Türkiye’deki kamusal alan tartışmalarından[1] anlaşılan daha çok devletle yurttaşların biraraya gelebildiği yerlerdir. O halde devletin egemenliği ile parsellenmiş olan kamusal alan tanımına alternatif olarak halkın egemen olduğu “kamunun alanı” tanımlaması daha uygundur. Kamunun alanı temel noktalarda devlet tarafından düzenlenmiş olsa da kullanımı halka bırakılmıştır. Ancak bu halka bırakış sonsuz bir özgürlük alanını ifade etmez, fakat baskıdan ziyade ideolojik anlamda bazı unsurlar kullanılarak şekillendirmeler yapılmaktadır. Burada Althusser’i anımsamak yerinde olabilir. Althusser (2006) devletin aygıtlarını iki biçimde tanımlamaktaydı: Baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar. Kamunun alanı devletin bir ideolojik aygıtı olarak görev yapmaktadır.
Kamunun alanı ile tarif edilmeye çalışılan kamuyu oluşturan tüm bireylerin eşit söz hakkına sahip olabildiği, eşit olarak temsil edilebildikleri ve mücadelelerini verebildikleri bir alandır. Bu alan özellikle iletişim araçlarının dijitalleşmesi ile birlikte genişlemiştir. Ancak bu yazıda ele alınacak olan ise fiziki bir alan olan kenttir. Kent ve kenti meydana getiren unsurlar kamunun alanıdır. Toplum, bu alanları –belirlenmiş koşullar doğrultusunda- istediği gibi kullanabilir, bu alanlarda bir araya gelebilir ve tartışmalar yürütebilir, gündelik hayatını şekillendirebilir.
Şimdi yeniden yukarıda üstünde durduğumuz konuya dönelim: Kamunun alanı neden bir ideolojik aygıttır? Althusser, ideolojik aygıtları zor kullanmayan ancak ideoloji ile şekillendiren araçlar olarak nitelendirir. Kent düşünüldüğü zaman, kentin yapısı ve onu oluşturan unsurları iktidar tarafından düzenlenmiştir ve düzenlenmektedir. Kent yapısı bir kez tasarlanmış olarak bırakılmaz, aslında sürekli olarak yeniden tasarlanır. İktidarların kent üzerindeki gücü en net bu şekilde görülebilir: Binaları değiştirmek, yıkmak, yenilerini dikmek, cadde ve sokakların yapılarını değiştirmek, meydanlar yapmak gibi… Bunlar dışında ayrıca iktidarlar daha örtük olduğu öne sürülebilecek bazı düzenlemeler de yapmaktadır. Cadde, sokak isimlerinin belirlenmesi, otobüs durağı isimlerinin değiştirilmesi gibi işlemler, herhangi bir gerçek yıkım olmadan insanların zihinleri ve hafızaları üzerinden yapılan şekillendirme kaygılarıdır. Ancak tüm bu kaygılara rağmen toplum, bazı konularda kendi değerlerine sahip çıkmaya çalışır, bu noktada iktidarın dayattığı ideoloji ile toplumsal olarak üretilmiş anlamlar birbiri ile çatışmaya girebilir.
Mekân, insanların hafızalarının en diri tutulduğu yerdir. Hafızalara yapılmak istenen bir saldırı için mekânı bozmak en güçlü silahlardandır. Aynı şekilde unutulmaması istenen şeyler için de mekâna bırakılacak ufak bir simge, hafızaları tazelemeye yardımcı olabilir. Lakin çoğu zaman, simgeye gerek kalmadan sadece mekânın kendisi hafızaları diri tutar. Bazen kaldırıma monte edilmiş, üzerinde iki satır yazılı bir taş hafızayı canlandırırken, bazen bir sokak ismi o yere dair bir sosyolojik okuma yapmayı sağlar. Kentin sunduğu alanlar, ideolojinin gündelik yaşam içinde yer alabilecekleri yerlerdir.
Bu yazıda kentin bir iletişim mekânı ve kamunun alanı olarak tanımlanmasından hareket etmeye çalışılarak kentin içinde bulundurduğu unsurların kent sakinleriyle, kent sakinlerinin ise kent ile nasıl iletişim kurdukları ya da birbirlerini nasıl iletişim unsuru olarak kullandıkları tartışılırken bunun hafızayı diri tutmaya ya da silmeye olan etkileri düşünülmeye/düşündürülmeye çalışılacaktır. Ayrıca yazıda kamunun alanı olarak belirlenen kentte, toplum, iktidarın sundukları ile ne yapmaktadır sorusunun yanıtı da aranmaktadır.
Kentin Damarları: Sokaklar/Meydanlar/Caddeler
Bir ülkede yaşayan insanların ortak olarak paylaştıkları en önemli yerlerdir sokaklar ve daha genişi olan caddeler, ardından ise meydanlar. Bir kenti oluşturan bu unsurlar pek çok paylaşımın yapıldığı, insanların sosyalleştiği, ticaretin yapıldığı, sosyal hakların kullanıldığı, protestoların düzenlendiği yerlerdir. Bir yerden bir yere varmanın kente dokunmanın, kentin insana dokunmasının en temel noktalarıdır.
Ayrıca toplumsal hafızanın da mekânlarıdır sokaklar, caddeler ve meydanlar; özellikle meydanlar politik mekânlardır. Bir kentin sokaklarında atılan her adım bildiğimiz ya da bilmediğimiz pek çok yaşanmışlığa denk gelir, birilerinin düştüğü yere basar adımlarımız. Hafızanın tazelenmesi, yaşanılanın unutulmaması için küçük de olsa bir iz bırakılmalıdır buralara. Hrant Dink’in Halaskargazi Caddesi’nde katledildiği yere yerleştirilen kaldırım taşı gibi. İzler olmasa da hatırlatır çoğu yer birçok şeyi. Şimdilerde eski halinden çok daha farklılaşmış olan Taksim Meydanı gibi, Meydan’dan Sıraselviler Caddesi’ni takip ettiğinizde sol yanınızda kalan Kazancı Yokuşu gibi ya da tüm heybetiyle yükselen üniversite kapısını sarmalayan Beyazıt Meydanı gibi.
Bir kentin sokakları, meydanları, caddeleri damarlarıdır, insanları taşıyan ve aynı zamanda hafızayı da taşıyan. İdeolojinin belirginleştiği yerlerdir sokaklar ve caddeler. Onlara konulan ya da değiştirilen isimlerde gizlenir ideoloji.Bu damarlarda dolaşmayı sağlayan otobüs duraklarının isimleri de ideolojinin belirginleştiği yerlerdir. Yıllarca aynı ismi taşıyabilecek olan bir durağın ismi günümüzde sıklıkla değişebilmektedir. Bir amaç uğruna ölen/öldürülen kişilerin isimlerini koymak ve onları kaldırıp başka bir ölen/öldürülenin adını koymak, neredeyse bir gelenek haline gelmek üzere.
Kentin Gösterenleri ya da Buluşma Mekânları: Heykeller
Kentlerde özellikle kalabalık noktalara yerleştirilmiş olan heykeller kamusal sanatın en belirgin örneklerindendir. Heykeller çoğu zaman kentlerle o kadar özdeşleşir ki Brüksel’deki “Manneken Pis”[2] heykelinde olduğu gibi kentin en belirgin unsurlarından biri haline gelir. Hatta bir ülke ile özdeşleştiğini söylemek de abartılı olmayacaktır. New York’ta yer alan Özgürlük Anıtı’nın ABD’nin göstereni olduğunun görmezden gelinemeyeceği gibi.
Türkiye’de ise heykelin bir sanattan farklı değeri var gibi. Heykeller daha çok bir buluşma mekânı olarak kullanılır. Bir sanat eserinin neden yapıldığı kadar ne amaçla kullanıldığı da önem taşıyor. Özellikle mobil telefon devrinden önce buluşma sözleşmeleri, bir heykelin önünü işaret etmez miydi genellikle? Hemen hemen her ilçede mutlaka bulunan Mustafa Kemal Atatürk heykelleri ise özel günlerin buluşma noktasıdır; devlet erkânının toplanıp çiçek bıraktığı ve bir dahaki özel güne kadar da kimsenin pek ilgilenmediği bir nokta.
Heykeller bir şehrin simgesi olabilirken bazı heykeller ise şehrin meşhur olanını gösterir hale gelmiştir. Özellikle belediyelerin yaptırdığı ve kentin ünlü olan nesnesini devasa boyutlarda hayatın orta noktasına yerleştiren heykeller caddelerde, meydanlarda boy gösterir olmuştur. Bazen kocaman bir havuç, bazen devasa bir semaver ya da irice bir köfte kentin meşhur olan nesnesini görülmemesinin imkânsız olacağı bir boyutta sergilenir. Sanatsal değeri elbette tartışmaya açık olsa da estetik yoksunluğu sezebilmek çok zor değildir.[3]
Ayrıca heykel bir tarihi de sergiler. Heykeller kentteki insan kalabalığını bazen tarihsel bir olayla, bazen tarihsel bir kişiyle buluşturuverir. Bu heykeller çoğu zaman bir devrin başlangıcını simgeledikleri gibi bir devrin sonunu da nitelendirebilirler. Değişen devirler heykelin alaşağı edilmesi ile sonuçlanır. Bu tür heykeller hâkimiyetin ve düşüşün göstergeleridir. Varlıklarında kamuyu denetim altında tutan, indirilişlerinde ise yeni heykellere zemin hazırlayanlardır. Her düşen heykel bir yenisine davetiyedir aslında.
Kişilerarası İletişimin Belirleyenleri: Mimari eserler
Mimari yapılar hem dönemlerin göstergeleridir hem de insanlar arasındaki ilişkileri belirleyenlerdir. Öncelikle gündelik hayatta kullanılan mimari düşünüldüğünde dar sokaklardaki tek katlı evlerde yaşayan insanların yakınlığı ile geniş mekânlarda, göğe yükselen ve hadsizce gökdelen adı verilen rezidanslarda yaşayan insanların soğukluğu bir olabilir mi? Bir olabileceğine inanmak çok zor çünkü mekân, insanlar arası ilişkiyi belirleyen en temel unsurlardan biridir.
İnsanı esas etkileyen, gündelik hayatın sürdürüldüğü yerlerde karşımıza çıkan ve tarihe doğru uzanan mimaridir. Yüzyıllar öncesinden kalma bir yapının insanı etkilememesi mümkün değildir herhalde. Geçmiş zaman estetiğini ve insanların birbirine saygısını sorgulatır bu yapılar ve o estetik anlayıştan bugünkü yoksunluğa geliş süreci bir soru olarak zihinlerde asılı kalır. Klasik bir örnek vererek zihinlerimizde bir soru daha bırakalım: Birbirinin rüzgârına ve manzarasına engel olmayan evlerin yapıldığı bir coğrafyadan, kendisine iyi bir manzara parselleyebilmek için bir başkasına saygı duymadan mülk peşinde koşanların yaşadığı coğrafyaya doğru geriye evriliş nasıl olmuştur?
Mimari eserlerin bazıları tartışmasız biçimde politiktir. Taksim’de yer alan Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılıp başka bir yapının yapılmasındaki ısrar gibi. Bazen de mimari eser, iktidarın simgesi olur çıkar. Bu simge savaşlarını özellikle dini yapılarda görmek olasıdır. Bosna-Hersek’te Mostar şehrinde camii ve kilisenin yükseklik çekişmesi örneklerden biridir. İstanbul’da Kuzguncuk semtinde yanyana duran camii ve kilise de yıllardır hoşgörünün sembolü olarak sunulmuştur. Oysa kilisenin yanına sonradan yapılmış olan camiiyi bir güç göstergesi olarak da yorumlamak mümkündür.
Sınır Çizenler, Bölücüler: Duvarlar
Toplum hayatında pek çok alanda var olan duvarlar, anlam alanı açısından ayrıştırıcıdır ve kendileri de öyledir zaten. Duvarlar her yerdedir, okulun duvarı, cami duvarı, bir evin duvarı bir mekânı açık olan alandan ayırır. Duvar bir sınırdır, içeridekini içeride tutmaya yararken dışarıdakini ise dışarıda tutmaya yarar. Duvarların ötesine ya da berisine geçebilmek mümkünken bazen ise bu olasılık yok gibidir.
Duvar korumayı amaçlar ve kuşkusuz ayrıştırıcıdır. Çin Seddi’nden Berlin Duvarı’na kadar bölen duvarlarla doludur tarih. Her ikisi de kendilerini düşmanlardan korumayı hedeflemiştir. Bir tanesi silahlı akınlardan korumayı amaçlarken, diğeri karşıt ideolojiyi savunulması gereken olarak belirlemiştir. Bugün ise İsrail ile Filistin arasındaki duvardır en fazla tartışılan. Bu duvar kadar gündeme gelmese de Kuzey İrlanda’da Belfast’ı ikiye ayırır başka bir duvar, elbette sadece şehri değil, insanları da. Türkiye, komşusu ile arasına duvar örmeye çalışırken bir başka duvar ABD ile Meksika’yı ayıracaktır.
Kentin içindeki duvarlarsa bir meskeni diğerinden ya da sokaktan ayırır. Gecekondu bölgelerine inşa edilen lüks sitelerin çevresini sınırlayan yüksek duvarlarsa içeridekini dışarıdan gizlemeye çalışırken aslında içeridekine neredeyse bir hapis hayatı yaşatır. Duvar, sınırları çizerken aynı zamanda merak uyandırandır. Bu denli saklanmaya ve gizlenmeye çalışılan nedir? Ya da duvarın dışında kalanlar öylesine tehlikeli midir? Bir yerde yaşayıp o yere aynı zamanda böylesine yabancı olmak… Genellikle bu sitelerin konumlandığı mahalleler site sakinleri için yerleşim mekânından ziyade gelip geçilen bir yol güzergahıdır. Kent içine dikilen, ayrıştırıcı ve sınıf ayrımcı duvarlardır.
Sanatın Kamusal Hali: Duvar Yazıları
Yukarıda söz edildiği gibi duvarlar bölücüdür ama üzerlerine yazılan yazılar ise bir o kadar birleştirici olabilir. İnsanların anonim olarak kendilerini ifade etme şekilleridir duvar yazıları. Bu yazıyı yazan bazen umutsuz bir âşıktır, bazense idealleri peşinde koşan biri. Ciddi yazılardan, sloganlardan son zamanlarda farklılaşmış olsa da duvar yazıları kamusal alanda bir şey anlatma derdindedir.
Şehrin betonlaşmasının ve gitgide griye dönüşünün içine katılmış, okunduğunda insanda bir umut yeşerten renktir duvar yazıları. Bu yazılar sosyolojik bir çözümleme yaptırabilir bireye. Bulunduğunuz yere göre yazıların içeriği değişebilir. Politik örgütlenmenin yoğun olduğu mahallelerde duvarlarda geleneksel duvar yazıları yer alırken, şehrin daha hareketli bir yerinde neşeli bir devrim çağrısı takılabilir gözünüze. Bazen popülerlik de gizlenir bu yazıların içine. Bazı yerlerde ise duvar yazısı görülmez ya da çok nadir rastlanır. İfadesiz bir mekândır oralar, dertsiz tasasızdır.
Hem duvar resimleri hem de duvar yazıları sanatı sokağa çıkaran, kamusallaştıran girişimlerdir. Sanatı hayatın tam da merkezine koyarlarken, hayatın koşturmacasına katılmış olan insanları, belki bir an için olsa da durup düşünmeye sevkederler. Özellikle yazılar kısa ama vurucudur; resimler ise yine politik mesaj verme kaygısındadır.[4]
Hararetli Tartışmaların Tanıkları: Kent Mobilyaları
Soluklanmaya, dinlenmeye, biraz etrafı izlemeye yarayan şeylerdir kentin içinde yer alan mobilya tasarımları. Çöp kutularından, lamba direklerine kadar pek çok öğe kent mobilyalarının içine giriyor olsa da özellikle banklara yoğunlaşmaya çalışacağız burada. Fakat banklardan önce önemli olan bir diğer şeyi, kent mobilyalarını yazma ihtiyacı duyuyoruz. Onlar da çocukların en temel gereçleri olan parklardaki oyuncaklar.
Çocukların kamusal alanla tanıştığı yerlerdir parklar, başka insanlarla, hayat pratikleri ile karşılaşırlar. Mesela çocuk parkta bir şeyi kullanmak için sıra beklemek gerekliliğini öğrenir., Eğlenmek için gittiği park, bir anlamda eğitim ve disiplin alanıdır. Eskiden daha ağırlıklı olarak tahta malzemelerin kullanıldığı parklar şimdilerde birer plastik yığını haline geldi. Pek de estetik olduğu söylenemeyecek olan çeşitli şekillerdeki kaydıraklar ve salıncaklar da mevcut artık. Evet, renkliler, ilgi çekiciler ama sınırlandırıcılar. Şekli belirli olan bu oyuncaklar, artık çocuğun hayal gücüne göre başka bir şeye dönüşmeye müsait değiller. Gemi şeklinde inşa edilmiş bir kaydırak, artık çocuk için uçak olamaz, yani sınırlandırılmıştır. Bir çocuk onun başka bir şey olduğunu ileri sürse, diğer çocuklar için o öyle olmayacaktır. Toplumsal olarak dayatılandan farklı bakmanın ilk dışlanışını birey artık ilk başta parklarda yaşamaktadır.
Kent mobilyaları konusunda banklar üzerinde duracağımızı belirtmiştik. Bankların dizilişlerinden renklerine kadar pek çok unsurun insanların iletişimini farklılaştırdığını düşünmek mümkün. Renkleri göz önünde bulundurulduğunda banklar tek renktir ve herhangi bir albenisi ya da görsel çekiciliği yoktur. Bir dönem hayatımıza kitap biçimli banklar girdiyse de, varlıkları çok uzun sürmedi. Klasik düz banklar yapıları gereği yanyana oturmak için tasarlanmıştır. Ancak birbirini tanımayan kişiler yanyana oturmaya pek gönüllü değildir. Zorunlu durumlarda oturulsa da çok tercih edilen bir şey değildir. Banka ilk oturmuş olan kişi sonradan oturan kişiden kendi alanına müdahale edilmiş gibi rahatsız olur. Oysa ki sokak mobilyaları ortak kullanıma açık yerlerdir, mülkiyet söz konusu değildir.
Bir diğer bank tarzı ise çember şeklinde olanlardır. Bu çemberde insanlar dışarı bakar olarak oturur yani sokağa doğru dönüktür yüzleri. Çemberi çevirsek nasıl olur? Yani bu bankta oturan insanlar çemberin içine doğru, birbirlerine doğru baksalar? Daha fazla konuşmazlar mı acaba birbirleriyle, bir şeyler paylaşma ihtiyacı duymazlar mı? Konuşmalar, paylaşımlar artmaz mı? İletişim daha güçlenecektir kentin içinde ufak bir değişimle.
Fakat belirtmek gerekir ki yine bu banklar sayesinde gerçek bir kamunun alanı ortaya çıkar. Tanımı bir kez daha anımsarsak, “kamuyu oluşturan tüm bireylerin eşit söz hakkına sahip olabildiği, eşit olarak temsil edilebildikleri ve mücadelelerini verebildikleri bir alandır”. Nice tartışma yapılmıştır o banklarda oturan kişilerin arasında, bazen siyasi, bazen spora ilişkin, bazen ise sanat konusunda.
Sonuç Yerine
Kent uzamı temel unsurları ile iktidar tarafından yapılandırılırken kullanım alanında ise halkın belirli bir ölçüye kadar özgür olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle bu noktada halkın sunulanlarla neler yaptığı önem taşımaktadır. Cadde ve sokak isimleri belirlenmiş olsa da, insanların önceden hafızalarında kalanlarla anılabilir aradan yıllar bile geçse. Bu, bir nevi itaatsizlik olarak değerlendirilebilir. İstanbul’da bir mahalle olan Mustafa Kemal, hala 1 Mayıs Mahallesi olarak anılmaktadır. Resmi kayıtlarda öyle bir mahalle olmasa da bellek kayıtlarından silmek çok kolay olmayabilir. Değiştirilen durak isimleri pek çok insan için hala eski adındadır.
Mekânları birbirinden ayırmak için kullanılan duvarlar siyasallaşmanın ve sanatın birer yüzü olabilir. Merdivenler renkli boyanarak bir isyana dönüşebilir ve hayata renk katılmasını uygun bulmayanlar tarafından ertesi gün griye dönüştürülebilir tekrar, ardından ise yeniden gökkuşağı renklerine.
Bu yazıda kenti oluşturan temel öğeler üzerinden yola çıkarak bir izlenim sunmaya çalıştık. Bu öğelerin çoğaltılması da, belirtilen öğelerin altının doldurulması, daha fazla yazılabilmesi de mümkün. Ancak şimdilik bu kadarla yetiniyoruz. Yapılandırılmış kent uzamının halk tarafından istendiği gibi kullanılabileceğine inanıyoruz.
Her ne kadar siyasi ya da ekonomik iktidar bazı düzenlemeler getirmiş olsa da halk kendi gerçeğini oluşturabilir kent uzamında; tabi yeniden kısıtlanana kadar…
* Bu yazı Ayrıntı Dergi'nin 29. Sayısı olan "Kamu'nun Yönetimi, Yönetim'in Kamusu"   dosyasında yayınlanmıştır. Yazıya http://ayrintidergi.com.tr/bir-mucadele-alani-olarak-kentsel-uzam-ve-toplumun-hafizasi/ linkinden de ulaşılabilir.
DİPNOTLAR
[1] Özellikle başörtüsü üzerinden yapılan tartışmalara gönderme yapılmaktadır.
[2] “İşeyen Çocuk” heykeli
[3] Şehir heykelleri ile ilgili detaylı bilgi için bkz. http://spektakulersehirheykelleri.tumblr.com/
[4] Duvar yazıları için öneri: http://t24.com.tr/k24/yazi/duvar-yazilari,1220
Yararlanılan Kaynaklar
Althusser, L. (2006). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İstanbul: İtkahi Yayınları.
Ayverdi, İ. (2011). Misali Büyük Türkçe Sözlük (Cilt 2). İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.
Özbek, M. (2015). Giriş: Kamusal Alanın Sınırları. M. Özbek (Dü.) içinde, Kamusal Alan (s. 21-90). İstanbul: Hil Yayınları.