Cevabın beni ne kadar sevindirdi bilemezsin ama en önemlisi senin de benim
kadar coşkulu olmandı. Sen de yazmaya, anlatmaya ne kadar hasret kalmışsın. Bir
kez daha sana bu kadar geç yazmanın, seni bu kadar geç fark etmenin hüznünü
yaşadım. İhtiyacı olan iki yürek böyle buluveriyor işte sonunda birbirini demek
ki…
Satırlarını heyecanla okudum, sorularına ve sorgulamalarına tanıklık etmek
ne güzel. “Kafam dağınık, oradan oraya atlıyorum” demişsin, olsun ne sakıncası
var. İnsanlar bir iki konu üzerine bile düşünmezlerken, bir çok farklı konunun
zihnini meşgul etmesi güzel olmalı. Biliyorum, insan sıraya koymakta zorlanıyor
düşüncelerini, hepsi birdenbire hücum ediyor, devlet hastanelerinde doktorun
kapısı açılınca birden kapının önünde toplanıp içeri kafalarını uzatan hastalar
gibi, hepsi ayrı bir şey soruyor. Ardı kesilmeden zihne üşüşen düşünceler de
böyle işte. Birine bakarken, diğeri kaçıveriyor. Ben bazen not alıyorum.
Düşünce uçup gitmeden onu bir kağıdın üzerine harflerle hapsetmeye çalışıyorum.
Yoksa uçuyor, uçmasın istiyorum, Homeros “kanatlı kelimeler” der, hatırlar
mısın? Ne güzel bir tanım değil mi? Ama biz yazı ile o kanatları kırıyoruz
belki, kelimeler uçuşuyor, “söz uçar, yazı kalır”, uçmasınlar diye, yazıya
geçiriyoruz, bir anlamda özgürlüğünü kısıtlıyoruz. Zaten yazı biraz böyle bir
şey değil midir? Zapturapt altına almak işi yani. Lakin güzeldir, kelimelerin
içine bırakmak kendini, onların içinde ayrı bir dünyaya yolculuk yapmak.
Düşünceler, duygular ve onları tanımlayacağın anlamlar aramak…
Yazmak isteyip de yazamamak ne zordur mesela, ne kadar acıtır insanı, ne
kadar kanatır. Belki çok estetik bir tanım olmayacak ama ifrazattır yazmak.
Vücudunda bunu yapamadığında nasıl sıkıntı verirse insana, yazamamak da ruhunu
acıtır. Söylemen gereken bir sözün olduğuna inanıyorsan zihninde dolanır da
durur onlar. Bana “ne kadar da çabuk yazıyorsun” derler, ah onlar, onlar hiçbir
şey bilmezler. Birden bir yazı çıktı mı ortaya, sanırlar ki çabuk yazılır. Oysa
metin denilen şey nasıl ilmek ilmek örülür. Türkçe’de metin kelimesi Batı
dillerindeki anlamı karşılamıyor olması bazen çok dokunur bana. Text denilen
kavram yani bizim metin dediğimiz örmekle ilgilidir. Kelimeleri alır, bir bir
işlersin ve bir metin çıkarırsın ortaya. Bir ilmek kaçırdın mı önemsiz diye
düşünürsün ama bütün tamamlanınca o bir ilmek nasıl da sırıtır.
Hiç örgü ördün mü? Ben örerim hala arada sırada. Yıllar var ki örmüyordum
ama bu günlerde iki ters iki düz yapmaya başladım yine. Şişlerdeki ilmekleri
bir oraya bir buraya aktardıkça içimde de bir metin örerim. “Kafayı boşaltır”
dedikleri için yaparım, lakin çok boşaldığına şahit olamadım. İşte bitirdin mi
ördüğünü bir bakarsın bir ilmek kaçmış, o kadar uğraştığın şeyin içinde öyle
batar ki göze, sonra büyür de büyür o, kocaman bir delik olmaya başlar. Ya sen
ya başka biri parmağını sokar bulduğu o boşluğa, büyütür de büyütür. Artık o
ördüğün şey ördüğün olmaktan çıkar, koca bir delik halini almaya başlar. Bıraktığın
bir boşluk, kaçırdığın bir ilmek, kara bir deliğe dönmeye başlar metinde.
İnsanlar boşlukları bulmayı sever, buldular mıydı bir boşluk kaçırmazlar, hemen
oraya toplanırlar. O boşluk üzerine konuşurlar, gözünün nurunu akıttığın diğer
yerleri görmezler. Tek bir ilmek kaçırmadan örmek önemlidir, o yüzden. Çünkü
bir ilmek tüm örgüye mal olur, tüm metne mal olur bazen. Örgüde ipi, metinde
kelimeleri atar durursun birbirinin üzerine, birbirlerinin arasından bazen
hüzünle bazen sevinçle geçiverirler, birbirlerine sarılırlar, birbirleriyle
bütün olurlar.
Fakat sandıkları gibi kolay değildir benim yazmam. Evet, bazen oturunca
bilgisayarın başına kısa bir zamanda yazar kalkarım. Ama o, oturana kadar geçen
zamanı sen bir de bana sor. Tam bir doğum gibidir aslında. Önce fikir düşer
içine, gitgide büyümeye başlar, büyümeye başladıkça sancıtır seni, kendine yer
açmaya başlar bir bebek gibi, yer açtıkça diğer şeyleri iter, sıkıştırır, o
rahat etsin diye çekersin acıyı, bir kadın nasıl şikayet etmiyorsa taşıdığı
bebekten (edebilir de isterse elbet) etmezsin şikayet taşıdığın fikirden. Bazen
unutur gibi olursun, içeriden vuruverir sana tekmeyi kendini hatırlatır, gece
uykunu kaçırır. Bir şey düştümüydü zihnime büyütürüm onu içimde, oradan alır
oraya koyarım, bazen boşlarım, sonra yine gelir o, büyür de büyür içimde ve
doğma zamanı geldi miydi çıkıverir ortaya işte. O zaman gider yazarım. Lakin
yazmak bir sonuçtur, yazma aşamasına gelmek ise süreç. O süreç gizdir, bir
başkası bilmez çoğu kez ne zaman yaşandığını, hayatın akışı devam ederken ben o
sancıyı çekerim. Doğum bir saatte oluyor diye, bebek de bir saatte doğacak hale
geliyor sananlara selam olsun.
Hatırlar mısın bir dönem bırakmıştım yazmayı? Yazamaz olmuştum birşeyler. Yazacak
bir şey görmez olmuştum, dokunmuyordu belki bana bir şeyler, önem arz etmiyordu
belki gözümde. Neydi? Bilemiyorum. Lakin yazabilmemin geri dönüşü öfke ile
olmuştu. “Dünün mazlumu nasıl yaratıyor bugünün zalimini” (https://nihalkocabay.blogspot.com.tr/2014/12/dunun-mazlumu-bugunun-zalimi.html) diye soran kısa bir yazı ile aylarca birikmiş
olan öfkemi sonunda ifraz etmiştim.
Bu aralar da çok sık yazıyorum. Zihnimde uçuşan düşünceleri hemen alıp
yazıya sabitlemek istiyorum. Fakat öyle dağınık ki zihnim birini yakalarken
diğeri kaçıveriyor, birbirinden ilgisiz düşünceler sürekli yaralı beynimde dans
ediyor. Bazısı yazıya dönüşüyor, bazısı sonraya kalıyor ve belki bazıları hiç
yazılmayacak. Sağlıklı bir doğum ile nihayetlenmeyen gebelik gibi, gideceği
yere varmayan yollar gibi… Ama
yazılmasalar da ben hepsinin sancısını çekiyorum, kalemsiz kağıtsız,
bilgisayarsız, tek tek içime işleyerek, içimde büyüterek, ilmek ilmek, kendime
yazıyorum. Bakınca görülmeyen dövmelerle kaplı vücudum belki, sarmal sarmal
harfler iniyor kollarımdan, belki saçlarımda kelimeler savruluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder