İncinen yeriniz
kimliğiniz, sürüldüğünüz yer vatanınızdır. Öyle resmi sınırların ötesine dışlanmak
da gerekmez sürülmek için. Dünya bildiğiniz yerin ötesine gönderilmek
sürülmektir zaten…
“Biz” deriz,
halbuki biz derken bir de karşıt yaratırız kendimize… İşte hiç “biz”i
terketmeyen “öteki”dir o. Öteki diye tanımladığımız ister dağların ardında
olsun, ister yanı başımızda, ister yanımızda, yöremizde… Öteki’dir o her zaman,
biz olmayandır ama “biz” olmak için bizi terketmeyendir aslında. Hem uzağımızda
olsun isteriz hem de çok uzaklaşmasın, kaybolmasın deriz. O olmaz ise biz nasıl
oluruz ki sonra…
Karşıtlıklardır
insana dünyayı tanımlayan, dünyayı anlamlandırmasını sağlayan. Siyah olmadan
beyaz olmaz, iyi olmadan kötü. Bir şeyin değeri sadece kendisi olmayanla anlam
kazanır yani tezatıyla. İnsanoğlu muhtaçtır tezata, yaşamına anlam katabilmek
adına. Bitmek tükenmek bilmez bir ayrıştırma savaşıdır hayat kaygımız.
Dünya hep
ayırmaya çalıştı kendini: Doğu-Batı, Kuzey-Güney, zengin-fakir, iyi-kötü,
kapitalist-sosyalist, demokratik-antidemokratik. Bu ikiliklerin biri pozitif,
diğeri negatif. İster pozitif tarafta durun, ister negatif, bize sunduğu
karşıtlıktır işte, biri diğerinin ötekisidir. “Ben”i yaratan, aynı zamanda
“öteki”ni de yaratandır.
İyilikler,
güzellikler bizim olsun isteriz, ötekilere ise ne olursa olsun deriz. Bir önemi
yoktur çünkü onun, kötülüğü, fakirliği, çirkinliği hak edendir. Eğer ki
ötekinin sahip olduğu güzel ise, iyi ise o bizim olsun isteriz zira onun bu tür
şeylere ihtiyacı yoktur, horlanası, dışlanasıdır o.
İyi olan bizim
olsun, ötekinde ise de bizim olsun, biz sahip olalım deriz. Yeni dünya
sisteminin dayattığı ve insanoğlunun ezelden beri içinde barındırdığı mülkiyet
hırsı her zamankinden daha fazla çıkar da gelir derinlerden. O durdurulamayan
ya da durdurulmak istenmeyen hırs. Ötekinin yaşadığı yere sahip olmak ama onun
gibi yaşamamak hırsı.
Vakti zamanında
şehir merkezini terkedip gitmek isteyenler için artık dönüş vaktidir. Merkez
dışı cazibesini yitirmiş, şehir merkezi yeniden cazip hale gelmiştir. Fakat ne
o lüks vardır şehir merkezinde ne de kale duvarları ile örülmüş siteler. Şehir
merkezi mahalledir biraz, herkesin birbirinden farklı ama aynı olduğu, herkesin
birbirinden farklı olduğu ama ötekisi olmadığı yerlerdir. Biraz sıcak sohbet,
iki bardak çay, belki bir kase yoğurt ama en azından soğuk bir merhabadan çok
içten bir gülümseme ile nasılsın’dır.
Oysa o gözünü
yeniden şehir merkezine dikmiş ve kale gibi yerlerde oturmaktan dolayı insandan
soyutlanmışlar için ne kadar “bayağı” şeylerdir bunlar. Site bekçisi ya da
güvenliği dururken komşuya güvenmek de nedir? Velhasıl efendim o şehir merkezi
yeniden onların olacaktır, ne olursa olsun. “Öteki”ler gidecek yerine onlar
gelecektir.
Kentsel
dönüşüm/sürgün denilen bir şey başlayıverir. Rivayet odur ki sağlıksız evlerde
oturan mahalle sakinlerinin evleri iyileştirilecektir. O büyük büyük inşaat
şirketlerinin mahalle sakinlerinin yaşam koşullarından başka düşündükleri ne
olabilir ki, onları daha iyisine ulaştırmak istemekten başka ne dilerler ki…
Anlaşmalar yapılır, sözleşmeler imzalanır, evler toparlanır, kiralara çıkılır
ve üstüne de borçlanılır. Öyle bir borçtur ki ödemek kimin haddine. Dönülecek
umuduyla çıkılan mahalle artık başkalarına geçmiştir bile. Dönmek ne mümkün, o
borcu ödemek ne mümkün.
Hiç
bilmedikleri bir yerde yaşam başlar onlar için, geriye dönüşü yoktur. Bir ümit
geri dönülür diye yola düşülen sürgünden hiç de farkı yoktur. Uzaktan
bakılabilecek, bakılsa da tanınamayacak biryerden artık oralar “öteki”ler için,
“ötekileştirilenler” için…
Yılların
geçtiği evler darmadağın edilir, taş üstünde taş kalmaz, yerle yeksan olur her
yer. Büyük büyük şirketler parseller etrafı, koca koca tabelalarını her yere
dikerler: “Kentsel Dönüşüm Alanı.” İster Rantsal Dönüşüm deyin, ister Kentsel
Sürgün.
Temeller
kazılır, betonlar dökülür, harçlar karılır, harçların içine sürülenlerin bir
tutam anısı atılır, iskeleden biri düşer, kanı betona karışır. Başka bir
inşaatta 19’unda bir fidan kırılır, ruhu temelle kaynaşır. Kat kat yükselir
lüks, kat kat iner yoksulluk. Yoksulların sürüldüğü yerde yoksullar varsıllara
yeni hayatlar kurmaya çalışır, evine bir parça umut götürmek peşinde geceleri
günlerine karışır.
Koca koca
binalar yükselir, o mini mini, çarpık ama sevimli evlerin olduğu yerde.
Sokaklarında kedilerin, köpeklerin gezdiği, çocukların bağrıştığı yerler steril
birer alana dönüşür. Duvarlar yükselir evlerin çevresinde, kendilerini korumak
için mi yoksa çevreyi kendilerinden
korumak için mi?
Binlerce liraya
satılır, beş kuruşa “öteki”lerin sattığı yerler, üç kuruşa işçilerin çalışıp
yükselttiği evler. Güvenliğe güvenilen, komşuya güvenilmeyen yerlerdir buralar.
Reklamlarında lüksün dışında bir yaşam tarzının satıldığı, “öteki”nden farklı
olmanın yaratıldığı yuvalar değil, binalardır.
Ne betonlara
karışan kandır orada yaşayanlara dokunan ne de oradan sürülenlerdir yüreklerini
burkan. Kış bahçemiz var ne güzel, havuz hemen yanı başımızda ne de şahane… Bir
savaş misalidir, “öteki” yenilmiş ve sürülmüştür, toprakları kalmıştır,
toprakları zaptedilmiştir. En ihtişamlı kaleler dikilmiştir, en
“güven”liklisinden, en hoyratından…