Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

17 Ekim 2017 Salı

Gündem Belirleme

Gazetecilik alanında gündem belirleme olarak bilinen bir kuram vardır. Temeli medyanın toplumun nasıl düşüneceğini değil ama ne hakkında düşüneceğini belirlemesine dayanır, ardıl çalışmalar ne düşüneceğini de belirlediği üzerine sürmüştür ve hala da çalışılan alanlardan biridir. Fakat toplumsal bir gündemin dışında her insanın kendine has bir gündemi var elbette.

Bireysel gündemlerimiz var hepimizin. Ne giyeceğimizden, ne yiyeceğimize, nereye gideceğimize, ne alacağımızıa ne satacağımıza, ne okuyacağımıza ne yazacağımıza kadar pek çok şeyi şekillendiren. Esasında herkesin gündemi kendi meselesi, kendi derdi, kendi sorunu. Dert derken sıkıntıdan ziyade bir şeyleri dert edinme, onlar üzerine kafa yorma meselesi. Lakin herkes kendi gündeminde yaşar giderken ve gündeminizin kesiştiği insanlarla ilişkiler kurarken odaklanmak gerekli olan gündemin dışında buluverirsiniz kendinizi çoğu zaman. Aynı gündem belirleme kuramında olduğu gibi birileri size ne hakkında düşünmenin gerektiğini fısıldamıştır ve belki de siz onun iç sesiniz sanmışsınızdır. Ancak o iç sesten ziyade muhtemelen tam da bir dış sestir. Hayata dair kaygılarınızın dışında bir hengamenin içinde buluverir birden insan kendini. Yanınızda yörenizde olanların gündemleri sizin gündeminizi saptırır, belki sizin gündemleriniz de onlarınkini. Gündem geçişi bu şekilde sağlanır. Karşınızdaki kişiler dünya ve kendi aralarında mutlu bir bağlantı olduğunu ve sadece kendileri için döndüğünü düşünüyorlarsa sizin kendi gündeminizin onlar için bir anlamı yoktur, kendilerini dayatırlar. Sizin ne yaşadığınız onları hiç de ilgilendirmez.

Bitmek tükenmek bilmeyen bir çok konunun ortasında hisseder insan kendini. Düşünülecek çok şey, yapılacak çok şey vardır her zaman. Fakat bunların hangileri gerçekten “gerçek gündem”dir. Belki de o gerçek gündem hiç aklımıza gelmeyendir. Durup düşünmeye, gündeminizi gözden geçirmeye fırsatınız olduğu noktada büyük ihtimalle çoğu şeyi ıskaladığını fark eder insan. Yıllardır ertelediği çiviyi çakmadığını, arkadaşıyla oturup uzun zamandır derinlemesine konuşmadığını, kendisine sadece kendisi için zaman ayırmadığını, açan çiçeklere bakamadığını… Gerçekten hayata dair olanları… Toplantılar, kredi kartları, yığılı dosyalar, sorunlar ve bitmek bilmeyen başka sorunlar aslında ne kadar da suni ve kısır bir gündemdir. Zira onlar hiç bitmeyecektir, ama ömür tükenmektedir. “Hayatın içinde ne manalı” sorusunu sormak elzemdir. Verilen cevaba uygun davranmak da gerekliliktir. Söz-eylem birliği şarttır, bir duruş için. Söz başka eylem başka ise büyük bir yanılgıdır içinde bulunulan.

Pek çok insan hayatındaki değerli şeye aile yanıtını verir büyük ihtimalle, eşi, çocuğu, annesi, babası… Belki de başka değeri vardır bunun yerine koyduğu: kariyeri olabilir ya da bir davası ya da başka bir şey. Fakat aileden yola çıkarsak -ki cevap ne olursa olsun onlara da uygulamayabilmek mümkün söyleyeceklerimizi- en önemli değer olarak gördüğümüz şey, muhtemelen en fazla ihmal ettiğimizdir. Çocukları için gece gündüz çalışan anne-babalar çocuklarının yüzlerini görmekte zorlanır, çünkü onlara iyi bir hayat verebilmek için -ki iyi hayattan kasıt sadece maddi imkanlarla sağlanan bazı değerlerden oluşur- onlardan ayrı kalması gerekir. Birlikte iyi vakit geçirmek için didinen sevgililerin romantik yemekleri iş telefonları ile bölünür mesela. Birileri gelir gündeminizi değiştirir mutlaka ve birden farklı bir gündeme geçilivermiştir.

Rahat ettirmeye çalıştığımız insanlar en çok feda ettiklerimiz oluverirler. Durup düşündüğünüzde bir çok başka insanla uğraşırken esas dönüp bakmanız gerekenlere bakmadığınızı idrak eder ve bunun ağırlığını yaşamaya başlarsınız belki de. Onlar nasılsa oradadır, başka kişileri işleri ise bekletmemek lazımdır. Her zaman sizin yanınızda olacağını düşündüğünüzü güvendiğiniz dostunuzla en son ne zaman tam olarak kendinizi vererek zaman geçirmişsinizdir. Muhtemelen  “çok istiyorum görüşelim ama hiç vaktim yok” demişsinizdir ya da o size demiştir. Oysa bir çay ya da kahve zamanı ayırmak hiç de zor değildir. Anlamsız iş yemekleri, toplantılar, sırf sosyalleşmek olsun adet yerini bulsun diye gidilen iş yemekleri... Ama sizin vaktiniz yoktur değil mi?

Bir gün gelir gerçek gündem fark edilir, suni olarak oluşturulmuş ve yapışkan bir şey gibi etrafınızı sarmalamış olan şeyi söküp atmaya, nefes almaya çalışırsınız. Derinlerde saklanmış olana yönlenmeye başlarsınız, artık kendi gündeminizi kendiniz belirlemeniz gerekliliği ortadadır, başkalarının sizi manüpüle etmesine karşı durmalı, belki sizi hiç de ilgilendirmeyen konularla ilgili derin düşüncelere dalmanın saçmalığı yüzünüze vurmalıdır.

Haber merkezlerinin vazgeçilmez sorusudur: “Gündemde ne var?” Günün önemli gelişmeleri belirlenir, neler takip edilecektir, hangisi daha önceliklidir. Bu birkaç kişinin belirlediği konular (aslında onlarınkini de belirleyen vardır ama şimdilik burada kalsın bu konu) milyonlarca insanın hangi konuyu düşüneceğini belirler. Haber gündemi dışında da günlük hayatınızda birileri sizlere dayatır bazı konuları, nelerle meşgul olmanız gerekliliği örülür etrafınıza. Lakin şimdi haber masasının başına tek başınıza geçmek ve kendi gündeminizde neler olduğunu önünüze yaymak gerekliliktir. Öncelikleri belirleme, manşetinizi atma zamanıdır. 

11 Ekim 2017 Çarşamba

İkinci Mektup

Cevabın beni ne kadar sevindirdi bilemezsin ama en önemlisi senin de benim kadar coşkulu olmandı. Sen de yazmaya, anlatmaya ne kadar hasret kalmışsın. Bir kez daha sana bu kadar geç yazmanın, seni bu kadar geç fark etmenin hüznünü yaşadım. İhtiyacı olan iki yürek böyle buluveriyor işte sonunda birbirini demek ki…

Satırlarını heyecanla okudum, sorularına ve sorgulamalarına tanıklık etmek ne güzel. “Kafam dağınık, oradan oraya atlıyorum” demişsin, olsun ne sakıncası var. İnsanlar bir iki konu üzerine bile düşünmezlerken, bir çok farklı konunun zihnini meşgul etmesi güzel olmalı. Biliyorum, insan sıraya koymakta zorlanıyor düşüncelerini, hepsi birdenbire hücum ediyor, devlet hastanelerinde doktorun kapısı açılınca birden kapının önünde toplanıp içeri kafalarını uzatan hastalar gibi, hepsi ayrı bir şey soruyor. Ardı kesilmeden zihne üşüşen düşünceler de böyle işte. Birine bakarken, diğeri kaçıveriyor. Ben bazen not alıyorum. Düşünce uçup gitmeden onu bir kağıdın üzerine harflerle hapsetmeye çalışıyorum. Yoksa uçuyor, uçmasın istiyorum, Homeros “kanatlı kelimeler” der, hatırlar mısın? Ne güzel bir tanım değil mi? Ama biz yazı ile o kanatları kırıyoruz belki, kelimeler uçuşuyor, “söz uçar, yazı kalır”, uçmasınlar diye, yazıya geçiriyoruz, bir anlamda özgürlüğünü kısıtlıyoruz. Zaten yazı biraz böyle bir şey değil midir? Zapturapt altına almak işi yani. Lakin güzeldir, kelimelerin içine bırakmak kendini, onların içinde ayrı bir dünyaya yolculuk yapmak. Düşünceler, duygular ve onları tanımlayacağın anlamlar aramak…

Yazmak isteyip de yazamamak ne zordur mesela, ne kadar acıtır insanı, ne kadar kanatır. Belki çok estetik bir tanım olmayacak ama ifrazattır yazmak. Vücudunda bunu yapamadığında nasıl sıkıntı verirse insana, yazamamak da ruhunu acıtır. Söylemen gereken bir sözün olduğuna inanıyorsan zihninde dolanır da durur onlar. Bana “ne kadar da çabuk yazıyorsun” derler, ah onlar, onlar hiçbir şey bilmezler. Birden bir yazı çıktı mı ortaya, sanırlar ki çabuk yazılır. Oysa metin denilen şey nasıl ilmek ilmek örülür. Türkçe’de metin kelimesi Batı dillerindeki anlamı karşılamıyor olması bazen çok dokunur bana. Text denilen kavram yani bizim metin dediğimiz örmekle ilgilidir. Kelimeleri alır, bir bir işlersin ve bir metin çıkarırsın ortaya. Bir ilmek kaçırdın mı önemsiz diye düşünürsün ama bütün tamamlanınca o bir ilmek nasıl da sırıtır.

Hiç örgü ördün mü? Ben örerim hala arada sırada. Yıllar var ki örmüyordum ama bu günlerde iki ters iki düz yapmaya başladım yine. Şişlerdeki ilmekleri bir oraya bir buraya aktardıkça içimde de bir metin örerim. “Kafayı boşaltır” dedikleri için yaparım, lakin çok boşaldığına şahit olamadım. İşte bitirdin mi ördüğünü bir bakarsın bir ilmek kaçmış, o kadar uğraştığın şeyin içinde öyle batar ki göze, sonra büyür de büyür o, kocaman bir delik olmaya başlar. Ya sen ya başka biri parmağını sokar bulduğu o boşluğa, büyütür de büyütür. Artık o ördüğün şey ördüğün olmaktan çıkar, koca bir delik halini almaya başlar. Bıraktığın bir boşluk, kaçırdığın bir ilmek, kara bir deliğe dönmeye başlar metinde. İnsanlar boşlukları bulmayı sever, buldular mıydı bir boşluk kaçırmazlar, hemen oraya toplanırlar. O boşluk üzerine konuşurlar, gözünün nurunu akıttığın diğer yerleri görmezler. Tek bir ilmek kaçırmadan örmek önemlidir, o yüzden. Çünkü bir ilmek tüm örgüye mal olur, tüm metne mal olur bazen. Örgüde ipi, metinde kelimeleri atar durursun birbirinin üzerine, birbirlerinin arasından bazen hüzünle bazen sevinçle geçiverirler, birbirlerine sarılırlar, birbirleriyle bütün olurlar.

Fakat sandıkları gibi kolay değildir benim yazmam. Evet, bazen oturunca bilgisayarın başına kısa bir zamanda yazar kalkarım. Ama o, oturana kadar geçen zamanı sen bir de bana sor. Tam bir doğum gibidir aslında. Önce fikir düşer içine, gitgide büyümeye başlar, büyümeye başladıkça sancıtır seni, kendine yer açmaya başlar bir bebek gibi, yer açtıkça diğer şeyleri iter, sıkıştırır, o rahat etsin diye çekersin acıyı, bir kadın nasıl şikayet etmiyorsa taşıdığı bebekten (edebilir de isterse elbet) etmezsin şikayet taşıdığın fikirden. Bazen unutur gibi olursun, içeriden vuruverir sana tekmeyi kendini hatırlatır, gece uykunu kaçırır. Bir şey düştümüydü zihnime büyütürüm onu içimde, oradan alır oraya koyarım, bazen boşlarım, sonra yine gelir o, büyür de büyür içimde ve doğma zamanı geldi miydi çıkıverir ortaya işte. O zaman gider yazarım. Lakin yazmak bir sonuçtur, yazma aşamasına gelmek ise süreç. O süreç gizdir, bir başkası bilmez çoğu kez ne zaman yaşandığını, hayatın akışı devam ederken ben o sancıyı çekerim. Doğum bir saatte oluyor diye, bebek de bir saatte doğacak hale geliyor sananlara selam olsun.

Hatırlar mısın bir dönem bırakmıştım yazmayı? Yazamaz olmuştum birşeyler. Yazacak bir şey görmez olmuştum, dokunmuyordu belki bana bir şeyler, önem arz etmiyordu belki gözümde. Neydi? Bilemiyorum. Lakin yazabilmemin geri dönüşü öfke ile olmuştu. “Dünün mazlumu nasıl yaratıyor bugünün zalimini” (https://nihalkocabay.blogspot.com.tr/2014/12/dunun-mazlumu-bugunun-zalimi.html) diye soran kısa bir yazı ile aylarca birikmiş olan öfkemi sonunda ifraz etmiştim.

Bu aralar da çok sık yazıyorum. Zihnimde uçuşan düşünceleri hemen alıp yazıya sabitlemek istiyorum. Fakat öyle dağınık ki zihnim birini yakalarken diğeri kaçıveriyor, birbirinden ilgisiz düşünceler sürekli yaralı beynimde dans ediyor. Bazısı yazıya dönüşüyor, bazısı sonraya kalıyor ve belki bazıları hiç yazılmayacak. Sağlıklı bir doğum ile nihayetlenmeyen gebelik gibi, gideceği yere varmayan yollar gibi…  Ama yazılmasalar da ben hepsinin sancısını çekiyorum, kalemsiz kağıtsız, bilgisayarsız, tek tek içime işleyerek, içimde büyüterek, ilmek ilmek, kendime yazıyorum. Bakınca görülmeyen dövmelerle kaplı vücudum belki, sarmal sarmal harfler iniyor kollarımdan, belki saçlarımda kelimeler savruluyor. 

6 Ekim 2017 Cuma

Türkiye'de Medya ve Din Çalışmalarını Yeniden Düşünmek

Türkiye’de medya ve din çalışmaları bir zamandır sürüyor. Belki elzem ihtiyaçlardan biri de bu çalışmalarla ilgili bir bibliyografya hazırlanmasını sağlamak, şu an elimizde böyle bir çalışma mevcut değil. Öncesinde yapılan çalışmalar olmakla birlikte yaklaşık 3-4 yıldır medya ve din alanında çalışmaların yaygınlaştığını gözlem yöntemi ile söyleyebilmek mümkün.

Çeşitli toplantılar, yapılan bazı yayınlar, bazı sivil toplum kuruluşlarının ilgisi konuyu daha tartışılır bir duruma getirdi. Medya ve din konusunun akademi çatısı altında tartışılmaya başlanması, lisansüstü tezlerin yapılması, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Medya ve Din Sempozyumu’nun yapılması, son olarak Erciyes Üniversitesi’nde Medya ve Din Araştırma Merkezi’nin kurulması akademide çalışma alanının belirlenmesi adına atılmış adımlar.

Medya ve din konusunun akademide tartışılmasının nedenleri arasında başka tespitlerde de bulunmak mümkün ve hatta bulunmalıyız da. Sosyal medya kullanımının artık gündelik hayatın bir parçası olması ve bireylerin inançlarıyla ilgili paylaşımlarda bulunması ya da ibadetleri için bazı uygulamaları kullanması gibi davranışları da konunun ilgi uyandırma nedenlerinden biri. Ancak en önemli unsurun Türkiye’deki siyasi konjonktür değişimi olduğu tespitini bir yere koymak gerekli. Akademide bitmek bilmeyen “cadı avı”nın bir kez de 28 Şubat’ta yaşandığı dönemde çok az insan medya ve din konusu üzerine çalışmayı düşünmüştür. Sonrasında gelişen olaylardan günümüze gelene kadar ise akademinin kırmızı çizgileri değişmiş ve konu daha tartışmaya müsait bir ortam yakalamıştır. Bu müsait ortamın yakalanışı akademik özgürlüğün ilerlediği anlamına elbette gelmez, sadece bir paradigma değişikliğidir. Lakin bu değişen paradigma yıllardır tartışılması ve konuşulması gereken bir akademik alanın kapılarını aralamıştır. Konunun yurt dışında uzunca zamandır çalışıldığı ve artık kurumsal hale geldiği aşikardır.

Medya ve din çalışmaları, akademik perspektiften bakıldığında disiplinlerarası bir alandır. Geleneği açısından bakıldığında iletişim bilimi alanı birçok bilim alanı ile temasta olan bir alan. Medya kavramına din de eklenince ilahiyat da dahil oluyor. Yani konu ne sadece iletişimcileri ne de ilahiyatçıları ilgilendiriyor. O halde birlikte çalışmak, fikir alışverişi yapmak zorunluluğu ortaya çıkıyor. Medyanın dini kavramları yanlış kullanmasını eleştiren bir ilahiyatçı yaptığı eleştiride iletişim alanına ilişkin bir kavramı hatalı olarak kullanabilir ve kullanıyor. Bir iletişim bilimcinin de elbette yıllarını ilahiyat alanına vermiş bir akademisyenin bilgisine sahip olması mümkün olmayacaktır. Bir bilim alanının diğer alana ilişkin kavramlara hakim olması günümüzün “uzmanlık” dünyasında gerekli görülmüyor olsa da bu alanla ilgili çalışanların bir üst dil belirlemesi açısından durum önem arz ediyor. Ortaya konulan çalışmaların gerçekten bir yaraya merhem olması, topluma faydalı olması arzu ediliyorsa disiplinlerarası ortak çalışmalar yapmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Medya ve din konusu tartışılmaya başlandığı zamandan beri medyanın, dini bilgiye hakim olan kişilerden danışmanlık alması önerilen başlıklardan biri haline geldi. Bu öneri öncelikle, iki taraflı olarak akademi içinde benimsenmeli. Ortak çalışmalar yapılmasa bile –ki yapılması zorunlu görünmekte- çalışmalardan diğer alanlardan destek almak gerekliliği ortaya çıkıyor. Akademinin medyaya ve din kurumlarına önerdiğini öncelikle kendisi yapmalı.

Diğer yandan medya ve din tartışmaları ağırlıklı olarak bir noktaya saplanmış olarak duruyor. Temsil bunların en başında geliyor. İletişim çalışmaları denildiği zaman temsil konusu önemli çalışma alanlarından birini oluşturur. Din, cinsiyet, sosyal sınıf vs konularında uluslararası literatürde temsil araştırmaları yapılmış ve yapılmaktadır. Türkiye’de medyada dinin nasıl temsil edildiği elbette önemli sorunsallardan biridir ve bir araştırmayı hak etmektedir. Bir araştırma projesi ve ekibi ile (ve elbette bunun için bütçe gerekmektedir) geniş çapta bir araştırmanın yapılması önemlidir. Alana ilişkin yapılan çalışmalar olsa da çoğu daha dar bir kapsama sahiptir. Ana resmi görebilmek adına geniş ve güncel bir çalışmanın yapılması önem taşımaktadır.

İnternette basit bir arama yapıldığında dahi karşımıza çıkan uluslararası literatürün sadece başlıklarına göz gezdirildiğinde bile ne kadar farklı boyutlarla konunun ele alındığı görülmektedir. Her toplumun yapısı ve bilgi ihtiyaçları elbette farklıdır ancak medya ve din alanı özellikle sosyal medya ile birlikte pek çok tartışma alanı sunmaktadır. Konunun farklı boyutlara açılması, farklı alanlarda tartışılması bir gerekliliktir. Diğer bir gereklilik ise medya ve din çalışmalarındaki din boyutunun sadece Sünni-İslam çizgisinde oluşmasıdır. Pek çok dine evsahipliği yapmasıyla övünülen Anadolu’da yaşayan ve aynı şekilde temsil edilen/edilmeyen inançlar medya ve din konusunda yapılan tartışmalarda yer almayı hak etmektedir. Bu konu ile ilgili çalışan bir akademisyen imamın, bir bir filmde kötü karakter olarak gösterilmesini örneklerken Hristiyanlar için önemli olan ‘kutsal kase’ye atıf yapan bir komedi filmini de eleştirmemeli midir? Türkiye medyası üzerine tartışma yapılıyor ise yanlış temsil edilenler kadar hiç temsil edilmeyenler de tartışılmayı hak etmektedir.

Bilimin toplumsal bir fayda üretmesi açısından yapıldığını düşünüyorsak uluslararası medyada yıllardır olumsuz temsil edilen ve IŞİD ile birlikte tırmanışa geçen İslam imajının nasıl sunulduğuna ilişkin bir araştırmayı yapmak için medya ve din alanında çalışanlar bir araya gelebilmelidir. Sorunu ortaya koymadan çözüm yolları üretilemeyecektir. Tartışmalarda, konuşmalarda, beyanlarda dile getiriliyor olsa da bilimsel yayına dönüşmediği sürece akademik alan açısından anlam taşımayacağını hatırlatmak yersiz olacaktır.

Sonuç olarak, Türkiye’de başlamış olan medya ve din alanındaki çalışmaların tartışılabilir olması öncelikli olarak önemli bir adımdır. Ancak gerçek sorunları tespit ederek özellikle kolektif çalışmalara ağırlık verilmesi gerekliliği ortadadır, zira asıl sorunu ortaya koyabilecek çalışmalar geniş kapsamlı ve bireysel yapılması mümkün olmayan çalışmalardır. Alanın tartışılmaya başlandığı ilk zamandaki tespitlerin üzerine artık yenilerini eklemek ve çalışma sınırlarını genişletmek bir yaraya merhem olabilmek için gereklilik olarak durmaktadır. 

* Bu yazı http://islamvemedya.com/haberler/24-manset/594-medya-ve-din-calismalarini-yeniden-dusunmek.html'de yayınlanmıştır.

3 Ekim 2017 Salı

Geriye Kalan


Trilye Zeytinyağı Kooperatifi

Yiten kolektiflikten ve üretimden geriye kalan hüzün

2 Ekim 2017 Pazartesi

Birinci Mektup

Bu aralar içimde susmayan bir geveze ile muhatabım. Her an her konuda konuşuyor ve birden bire bir sürü soru getiriyor aklıma. Elbette o sorularla bırakıyor beni, düşünmem için. Düşünmek ve cevaplamak için çok zamanım oldu aslında ve bir süredir bu cevapları, bulduklarımı paylaşacak birini arıyordum. Bazı yazdıklarımın yerini bulamadığını düşününce yanlış adreslere yolladığımı anladım, birkaç denemeden sonra. Bir şeyi muhatabı anlıyorsa iletişim gerçekleşmiştir, demek ki ya hedef kitle seçimimde ya da mesaj kodlamamda sorun vardı ya da hedef kitlem doğrudan sorunluydu. Biraz hayal kırıklığından sonra esas yazmam gerekenin sen olduğunu fark ettim. İnsan bazen gözünün önündekini görmüyor başka yerlere bakmaktan, muhatabının orada beklediğini fark etmesi biraz zaman alıyor.
Ben gibi biraz eski kafalı olduğunu bilirim. Şu sıralar çoğu kişinin anlayamayacağı hatta alaya alacağı mektuplaşmanın değerini anlarsın. Yitip gitmesi ne kadar acı veriyor bilsen. Düzenli mektuplaştığım biri olmasa da yazardım bir zamanlar eşe, dosta; teknoloji de vardı üstelik o zaman yeni yeni cep telefonu kullanmaya başladığımız zamanlardı ama yine de yazardım. Çünkü mektuplaşmak pragmatist olarak düşününce bir haberleşme biçimi, doğru ama diğer yandan bir edebi tür. Ne çok kitap vardır mektuplardan oluşan ya da düşünürlerin birbirlerine yazdıkları, fikirlerini birlikte geliştirdikleri mektuplar. Yani mektubun neredeyse ortadan kalkıyor olması bir edebi türün de cenazesine çağırıyor belki bizi. Milana’ya Mektuplar olmayacak mı bundan sonra ya da A’dan X’e Mektuplar. Ne acı… 
“Mail”leşmeler diye bir şey ortaya çıkar mı dersin? Biraz alayla sorduğum bu sorunun yanıtı bence elbette hayır. Çünkü hep kısaya dönük mailleşmeler, bir iki satırla baştan savmaya çalışıyor insanlar. Ben onları da uzun yazarım genellikle hele de –nadir olsa da- fikri bir tartışma varsa. Bir iki kişi ile böyle mailler yazıyoruz birbirimize bir fikri tartışıyoruz ve bu hız çağına inat bazen bir mektup süresinden daha fazla zaman bana yazmalarını bekliyorum. Çok sevdiğimi ve sevindiğimi söylemeliyim böyle tartışmalara, elbette yüzyüze her zaman daha güzeldir ama bazen imkan olmayabiliyor biliyorsun. Mektuplar gibi özenle bir kutuda saklayamıyor olsak da maillerimizi en azından “gelen kutusu”nda güvenle durduğuna inanıyoruz.
Lakin mektubun sıcaklığı yok tabii mailde, karşılaştırılamaz bile. Bir elden çıkıp diğerine giden bir parça mektup. Elinin kiri, mürekkebin akışı, yazının karmaşası, belki gözünün yaşı değmiş olan ve bir mekandan diğerine emekle yollanan, yol boyunca hassasiyetle taşınan ve sonunda varacağı yere gelen bir konuk. Yani yazıp yazıp bir tuşa basmak değil ya da anlık mesajlaşma uygulamalarında olduğu gibi sessiz harflerden ya da emojilerden oluşan bir metin değil. Bunlar da gerekli değil mi? Gerekli elbet ama yine de aramızdan çekilmeye başlayan mektup bambaşka.
Bir kere sabırdır mektup ve karşındakine değer vermektir. Her bir aşaması yazdığın kişi ile birlikte olmak aslında. Öyle bir yandan işlerini yaparken bir yandan da cevap yazayım diyemezsin günümüzde olduğu gibi ya da biri ile konuşurken diğer yandan mektup yazmaya çalışmazsın. Mektup, yalnızlaşmak, yazdığın ile başbaşa kalmaktır, benim şimdi seninle başbaşa olduğum gibi. Seni düşünerek, ne düşünecek diye düşünerek yazdığım satırlar.
Yazma eylemine geçmek bir zaman alır. Nerede yazsam mesela? Çalışma odasında mı, mutfak masasında mı, biraz hava alarak balkonda mı? Hangi kalemi kullansam ama vardır mektup yazanların mektup kalemi ve illa onu kullanırlar. Kağıt işin kolay kısmı. Her şeyi hazırladıktan sonra içinde bir sohbet başlar insanın. Yazmaya yazgılı olmak biraz da çevreden belki. Konuştuğun anlaşılmayınca ya da herkes konuşup sen konuşamayınca yazarak anlatmak en doğru seçenek oluyor. “Yazdım, çünkü susarak anlatmanın tek yolu buydu” diyor bir kitapta ve bir yazar, mektubuna değil ama günlüğüne “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız” diye başlıyor. Yazmak, bazen tercih, bazen mecburiyet oluyor.
Mektuba başlarken belki ilk satırları yazmak zor, her yazıda olduğu gibi ama sonra cümleler akıp gidiyor. Yazma, ne kadar sürüyorsa o kadar yalnız ve o kadar yazdığın kişiylesin. Yazının azizliğine uğramamak için doğru kelimeler seçmeye çalışma derdi. Hep yazmak isteği ama noktalaman gerektiğini de bilme sıkıntısı. Başlangıç kadar bitiş cümlesi de zor belki. Şimdiden düşünüyorum ben de nasıl bitireceğimi, son cümleye çok anlam yüklüyoruz belki de.
Mektup, yazan için bittiğinde mektup için yeni bir hayat başlıyor aslında. Yolda üşümesin, kötü gözler ona bakıp rahatsız etmesin diye mantosunu giydirip sıkaca kapatıyoruz onu. Zarfın kapağını yapıştırdıktan sonra hem biraz potluğu gitsin diye hem de belki son dokunuş olsun diye hafifçe bir sıvazlıyoruz. Yollarda kaybolmasın, tam da gideceği yere gitsin, yani sana varsın diye hassasiyetle adresini yazacağım ve onu sana taşıyacaklara teslim edeceğim. İşte yolculuk başladı…
Muhtemelen yalnız kalacak mektubum, bizim gibi mektuplaşmayı sevenler kaç kişi kalmıştır ki mektuplarla birlikte yolculuk yapabilsin. Faturalar, iadeli taahütlüler, reklamlar, banka hesap özetleri vs… Tüm bunların içinde tarih öncesinden kalmış gibi hissedecektir belki kendini. Verdiğim postanede başka şeylerle toplanacak, oradan oraya gidecek, yerlerine göre ayrılacak sonra ve artık başka neler yapılıyorsa. Ve en son posta kutunda ya da kapına sıkıştırılmış olarak bulacaksın uzun yoldan gelen yolcuyu ve biliyorum ki hassasiyetle konuk edeceksin onu evine. Artık sen de benimle başbaşasın, aynı benim şimdi seninle olduğum gibi. Okuyacak, belki bir daha okuyacak ve yaptığım tüm seçmeleri sen kendi adına yapacaksın cevap vermeden önce. Nerede yazsam, hangi kalemi kullansam?
Aradığım muhattaba ulaşmanın sakinliğini ve mutluluğunu yaşayacağım ben de. Özür dilemeliyim belki senden, sana anlatma gerekliliğini fark edemediğim için, aslında en iyi sana  anlatabileceğimi görmediğim için. Hatta belki de kendimden de özür dilemeliyim, yanlış yerlerde anlaşılmaya çalıştığım için.
Cümlelerimi ve düşüncelerimi teslim edebilecek bir yer bulmanın huzuru ne hoş, sakin bir yere sığınmak gibi sanki. Ve şimdi sıra sende ama acele etme ve biliyorum ki etmezsin de. Ben sabırla cevabını bekleyeceğim, tüm hıza ve akıp giden zamana, “zaman çok önemli” yaygaralarına inat…