Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Özür Borcumuz Yok mu Doğaya?

İnsan kendini doğanın hakimi sanıyor her şeyin hakimi olduğunu sandığı gibi. Fakat doğa zaman zaman belki acımasız da olsa kendince veriyor yanıtını; depremle, selle, elinden ne gelirse… Lakin insan pek anlamıyor bunu. Yapmaya, yıkmaya, yeniden yapmaya, daha çok tahrip etmeye, kesmeye, yakmaya, yok etmeye devam ediyor.

Bir düstur haline getirilen “tarihe ve ecdada saygı” nedense doğadaki tarihe işlemiyor. Yıllarca aynı topraklarla kök salmış ağaçlar inşaatlar için kesilebiliyor mesela. Şehirlerde var olan binalar kutsanan inşaat sektörü biraz daha semirsin diye yakılıp yeniden yapılıyor kentsel dönüşüm altında. Kimi yerlerdekilere eski sakinleri yerleşirken kimi yerdekiler o kadar kentsel dönüşüyor ki eski sakinleri sürülüyor oralardan paraları yetmeyeceği için.

Ve koca bir şantiye alanına dönüşüyor şehir, neredeyse evden çıkarken kafamıza baret takıp tüm iş güvenliği önlemlerimizi almamızı gerektiren. Mübalağa gibi dursa da hafriyat kamyonları yollarda can alıyor, vinçler sokak aralarında tehlike saçıyor.

Her ne kadar büyükşehir olsa da kısmen sessizliği yakaladığınız, huzur bulduğunuz evinizde tüm gün inşaat sesleri eşlik ediyor size. Kısmen de olsa doğanın bir parçası olan apartman bahçelerinin kucağında sakladıkları şaşkınlıkla dışarı çıkmak zorunda kalıyor bu kadar sese ve yerin titreşimine. Gecenin karanlığında afallayarak ve biraz ürkekçe gezen bir kirpi ile karşılaşabilirsiniz kaldırımda. Belki çok da fazla görmediğiniz bu şirin hayvanı görmek önce sizi mutlu eder ama kaldırım taşında yürüyüşü sonrasında hüzünlendirebilir sizi. Diğer yandan İstanbul Boğazı’nda görünce insanın yüzünde tebessüm oluşturan bir yunusun üzerinden birçok saçma çıkıyor, bir veya daha fazla kendini bilmeyen yüzünden ve muhtemelen sadece eğlenmek için yapıyor(lar).


Hep daha fazlasında gözü olan insanoğlu toprağın kendisine verebileceğinden daha fazlasını vermeye zorluyor onu. O toprakların öz evladı olan tohumu onun bağrından koparıp yabancı bir tohumla evlendirip çocuk yapmaya zorluyor. Bir nevi tecavüz sayılmaz mı acaba? Yetmiyor daha da çok ürün versin diye ilaç üstüne ilaç atıyor. Toprağımızı da yiyeceğimizi de hadi dilimiz varmasın zehirliyor demeye ama kimyasala boğuyor. Daha çok verecek diye kendi buğdayını ekmeyi bırakıp ithal buğday tohumu peşine düşüyor. Lakin şimdi moda olmaya başlayan siyez buğdayına tekrar geri dönüyor. Yıllar önce sırt çevirmişti halbuki…

Diğer yanda ufacık yerlere sıkıştırılıp sürekli yemlenmeye zorlanan, ışık hileleri ile kandırılan tavuklar kısa zamanda büyütülüyor. Sonrası malum… Önce yumurtasından, sonra etinden kazanılıyor. Tavukların yemlerine antibiyotik katıldığı artık bir sır değil, kamuoyu oluşturmak isteyenler kendilerine medyada yer bulabildiğince durumu anlatıyor fakat tavuk üreticileri büyük reklamveren, varın siz düşünün gerisini. İşi farkına varan küçük bir grup endüstriyel tavuk yemekten vazgeçiyor.
Yumurtalar ise boylarına göre S/M/L diye ayrılıyor. Anlaşılır bir yanı var elbet bunun, en normal ayrım bu diyebiliriz. Peki ya omega 3’lü yumurta nasıl oluyor? Organik yumurta satan bir işletme diğer ürettiği yumurtaların organik olmadığını kabul etmiş olmuyor mu? Artık meşhur ve aranan hale gelen gezen tavuk yumurtası ne demek oluyor? Bizim bildiğimiz tavuklar gezmez mi? Gezmiyor işte büyük çoğunluğu, küçücük yerlere sıkıştırılarak yaşıyorlar kısacık hayatlarını. “Gezen tavuklar” ise kısmen şanslı olanlar.

Şehir insanlarının bir kısmı ise endüstriyel olandan uzak nasıl beslenebilirim derdine düşerek, daha doğal bir şeyler arayışına giriyor. Bu arayış kimi zaman onu doğaya yaklaştırıyor belki hiç aklında yokken, belki özü onu çağırıyor. Çünkü insanoğlu beton duvarların ya da cam plazaların arasına alışık değil aslında, alışmış gibi yapsa da. Dağa, bayıra çıkınca, en basiti çimenlik bir alana gidince bir huzur kaplamıyor mu içinizi? Büyükşehirde yeşil alan bulmak biraz zor olsa da olan yerlerin dolması, güzel havalarda insanların boş bulduğu çimenlere yayılması nasıl açıklanır ki? Büyükşehir insanının, özellikle çalışanın daha da daraltırsak beyaz yakalının dramı işte bu.

Bir süre önce moda olan Ege sahillerine yerleşmenin yerini köylere yerleşmek, doğaya dönmek rüyası aldı bir süredir. Öyle emekli olunca falan da değil üstelik, mümkün olabilecek en yakın zamanda. Ege’ye yerleşip yazın turistlere takı satmak ya da küçük bir kafe açmak yerine ekip biçmenin, hayvan beslemenin hayallerini kuruyor genç beyaz yakalılar, en fazla çalışma hayatlarının onuncu yılında. Öyle bir bıkkınlık, öyle bir doğa hasreti ve ayrıca tüketmekten üretmeye geçme arzusu, içten içe…

Bazılarımız amansızca doğaya zarar verirken bazılarımız doğayla barışıyor sanki, daha doğrusu özürlerini sunuyor doğaya bizi affetsin, bassın bağrına diye. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder