İnsan kendini doğanın hakimi
sanıyor her şeyin hakimi olduğunu sandığı gibi. Fakat doğa zaman zaman belki
acımasız da olsa kendince veriyor yanıtını; depremle, selle, elinden ne gelirse…
Lakin insan pek anlamıyor bunu. Yapmaya, yıkmaya, yeniden yapmaya, daha çok
tahrip etmeye, kesmeye, yakmaya, yok etmeye devam ediyor.
Bir düstur haline getirilen “tarihe
ve ecdada saygı” nedense doğadaki tarihe işlemiyor. Yıllarca aynı topraklarla
kök salmış ağaçlar inşaatlar için kesilebiliyor mesela. Şehirlerde var olan
binalar kutsanan inşaat sektörü biraz daha semirsin diye yakılıp yeniden yapılıyor
kentsel dönüşüm altında. Kimi yerlerdekilere eski sakinleri yerleşirken kimi
yerdekiler o kadar kentsel dönüşüyor ki eski sakinleri sürülüyor oralardan
paraları yetmeyeceği için.
Ve koca bir şantiye alanına
dönüşüyor şehir, neredeyse evden çıkarken kafamıza baret takıp tüm iş güvenliği
önlemlerimizi almamızı gerektiren. Mübalağa gibi dursa da hafriyat kamyonları
yollarda can alıyor, vinçler sokak aralarında tehlike saçıyor.
Her ne kadar büyükşehir olsa da
kısmen sessizliği yakaladığınız, huzur bulduğunuz evinizde tüm gün inşaat
sesleri eşlik ediyor size. Kısmen de olsa doğanın bir parçası olan apartman
bahçelerinin kucağında sakladıkları şaşkınlıkla dışarı çıkmak zorunda kalıyor
bu kadar sese ve yerin titreşimine. Gecenin karanlığında afallayarak ve biraz
ürkekçe gezen bir kirpi ile karşılaşabilirsiniz kaldırımda. Belki çok da fazla
görmediğiniz bu şirin hayvanı görmek önce sizi mutlu eder ama kaldırım taşında
yürüyüşü sonrasında hüzünlendirebilir sizi. Diğer yandan İstanbul Boğazı’nda
görünce insanın yüzünde tebessüm oluşturan bir yunusun üzerinden birçok saçma
çıkıyor, bir veya daha fazla kendini bilmeyen yüzünden ve muhtemelen sadece
eğlenmek için yapıyor(lar).
Hep daha fazlasında gözü olan
insanoğlu toprağın kendisine verebileceğinden daha fazlasını vermeye zorluyor
onu. O toprakların öz evladı olan tohumu onun bağrından koparıp yabancı bir
tohumla evlendirip çocuk yapmaya zorluyor. Bir nevi tecavüz sayılmaz mı acaba?
Yetmiyor daha da çok ürün versin diye ilaç üstüne ilaç atıyor. Toprağımızı da
yiyeceğimizi de hadi dilimiz varmasın zehirliyor demeye ama kimyasala boğuyor. Daha
çok verecek diye kendi buğdayını ekmeyi bırakıp ithal buğday tohumu peşine
düşüyor. Lakin şimdi moda olmaya başlayan siyez buğdayına tekrar geri dönüyor. Yıllar
önce sırt çevirmişti halbuki…
Diğer yanda ufacık yerlere
sıkıştırılıp sürekli yemlenmeye zorlanan, ışık hileleri ile kandırılan tavuklar
kısa zamanda büyütülüyor. Sonrası malum… Önce yumurtasından, sonra etinden
kazanılıyor. Tavukların yemlerine antibiyotik katıldığı artık bir sır değil, kamuoyu
oluşturmak isteyenler kendilerine medyada yer bulabildiğince durumu anlatıyor
fakat tavuk üreticileri büyük reklamveren, varın siz düşünün gerisini. İşi farkına
varan küçük bir grup endüstriyel tavuk yemekten vazgeçiyor.
Yumurtalar ise boylarına göre
S/M/L diye ayrılıyor. Anlaşılır bir yanı var elbet bunun, en normal ayrım bu
diyebiliriz. Peki ya omega 3’lü yumurta nasıl oluyor? Organik yumurta satan bir
işletme diğer ürettiği yumurtaların organik olmadığını kabul etmiş olmuyor mu?
Artık meşhur ve aranan hale gelen gezen tavuk yumurtası ne demek oluyor? Bizim bildiğimiz
tavuklar gezmez mi? Gezmiyor işte büyük çoğunluğu, küçücük yerlere
sıkıştırılarak yaşıyorlar kısacık hayatlarını. “Gezen tavuklar” ise kısmen
şanslı olanlar.
Şehir insanlarının bir kısmı ise
endüstriyel olandan uzak nasıl beslenebilirim derdine düşerek, daha doğal
bir şeyler arayışına giriyor. Bu arayış kimi zaman onu doğaya yaklaştırıyor
belki hiç aklında yokken, belki özü onu çağırıyor. Çünkü insanoğlu beton
duvarların ya da cam plazaların arasına alışık değil aslında, alışmış gibi
yapsa da. Dağa, bayıra çıkınca, en basiti çimenlik bir alana gidince bir huzur
kaplamıyor mu içinizi? Büyükşehirde yeşil alan bulmak biraz zor olsa da olan
yerlerin dolması, güzel havalarda insanların boş bulduğu çimenlere yayılması
nasıl açıklanır ki? Büyükşehir insanının, özellikle çalışanın daha da
daraltırsak beyaz yakalının dramı işte bu.
Bir süre önce moda olan Ege
sahillerine yerleşmenin yerini köylere yerleşmek, doğaya dönmek rüyası aldı bir
süredir. Öyle emekli olunca falan da değil üstelik, mümkün olabilecek en yakın
zamanda. Ege’ye yerleşip yazın turistlere takı satmak ya da küçük bir kafe
açmak yerine ekip biçmenin, hayvan beslemenin hayallerini kuruyor genç beyaz
yakalılar, en fazla çalışma hayatlarının onuncu yılında. Öyle bir bıkkınlık,
öyle bir doğa hasreti ve ayrıca tüketmekten üretmeye geçme arzusu, içten içe…
Bazılarımız amansızca doğaya
zarar verirken bazılarımız doğayla barışıyor sanki, daha doğrusu özürlerini
sunuyor doğaya bizi affetsin, bassın bağrına diye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder