Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

8 Haziran 2017 Perşembe

Kabulleniş

İlk cümleyi yazmak her zaman zordur, hele böyle zamanlar için. İnsanın içi dolup taştı mı hangi biri ile başlayacağını bilemiyor. Doğrudan kendimi anlattığım bir şey yayınlamazken yayınlamak için yazmak da, mahremiyetinin önemli olduğunu sürekli konuştuğum kişisel bir verimi paylaşma (zaten bilmesi gerekenler biliyordur) kararını almak da zor.  Fakat belki hem kendimi rahatlamak, bir parça da olsa farkındalık oluşturmak ve aynı şeyi yaşayan bir iki kişiye yalnız olmadıklarını kelimelerin arasından fısıldamak için günlerdir aklımdaydı yazmak. Kağıtlara uzunca yazdım tüm hikayeyi, yavaş yavaş onları da düzenleyeceğim ama esas olan şimdiyi yazmaktı benim için öncelikle ve bu sabah o gücü buldum kendimde…
Bu bir itirafname değil, kabulleniş. İnkar etme, ciddiye almama, “belki değildir” deme, kabul etmiş gibi yapma ve sonunda kabullenme. “Ben MS (multiple skleroz) hastasıyıyım”, “MS’liyim”, “MS’im var” ve başka nasıl kurulabilirse bu cümle. Şimdi bu cümle okunduğunda ya da duyulduğunda imgelemden çağırdığımız resimler var biliyorum. Çoğunlukla da –eğer yakınınızda MS’li biri yoksa- medyada yer alan haberlerden geliyor o resimler. “Elden ayaktan düşüren MS…”, “korkunç hastalık” ve daha ne kadar kıyamet senaryosu varsa öyle sunulan haberler ya da bazı dizilerde çeşni olsun diye sunulan acı pornografisi unsuru, bazı öykülere konu olmuşluğu da var, onu da başka zaman yazarım belki. Fakat biri yoksa tanıdığınız elbette bunların akla gelmesi en doğalı, imgelem dediğimiz şey zaten böyle oluşuyor. “Boynum ağrıyor” diye gittiğim hekim, uzun uzun MR sonucuma baktıktan sonra “O değil de, MS diye bir şey duydun mu?” dediğinde benim de aklıma Fenerbahçeli futbolcu Sedat Balkanlı gelmişti ki yanlış bir resim çağırmışım; O, ALS hastasıydı. O hekimin cümlesi “MS olabilirsin. Kontrastlı MR çektirip doğru nörolojiye gidiyorsun” diye tamamlanmıştı. Yıl 2014’tü ve galiba Nisan’dı. O hekim için sıradan bir gün, sıradan bir hasta, sıradan bir olası teşhisti, çünkü teşhis koymak uzun zaman alıyor genelde; benim için ise o gün neydi bilmiyorum, tanımlaması zor. Sonrası MR’lar, testler, tahliller, muayeneler, hekimler vs. Bu arasını uzunca paylaşmak isterim sonra. “Neden”ler, “niçin”ler, “yok canım, değildir”ler, sorular, yanıtsızlıklar… Netleşmeme, netleşmeyince “yok herhalde” demeler, “ama o zaman bu uyuşmalar niye”ler, gelmeler, gitmeler. Bunları yaşarken mümkün olduğunca az kişi ile durumu paylaşmak ve onların büyük çoğunlukla “değildir canım, olur mu öyle şey” demesi, bir hekim edası ile “hiç de öyle durmuyorsun zaten” diyerek ‘gözleme dayalı bilimsel teşhis’ler koyması. Konunun zaman zaman gündemden uzaklaşması, kontrol zamanı gelince yeniden hortlaması. “MR zamanı” diye bir zamanın hayatıma kodlanması.
Haziran 2016, MR görüntülerini değil ama MR raporu okumayı kısmen sökmüştüm artık, en azından ne aramam gerektiğini biliyordum: demiyelinizan plak. Daha önceki MR’larda olmayan, yeni gelip hoşgelmiş olan plaklarımla raporda karşılaştım. Derin bir nefes aldım ve bir süredir gelişme göstermemiş olan şeyin döndüğünü fark ettim, “nerede kalmıştık bakalım?” Doktorum baktı, baktı, baktı, diğer meslektaşlarını çağırdı, üç kafa, altı göz boynumun ve beynimin kopyasına bakıyordu ve o kopya benden daha fazla ilgilerini çekiyordu elbette. “Suretim aslımdan daha değerli” diye düşünüp kendimce eğleniyordum, onlar ‘tıpça’ konuşurlarken. Aralarındaki konuşmayı bitirdiler, dağıldılar, kaldık yine başbaşa. “Seni yatıracağım, ne zaman yatmak istersin?” dedi. Beni neden hastaneye yatıracağına mı şaşırsam yoksa tatil köyü gibi ne zaman gelmek istediğimi sormasına mı şaşırsam bilemedim. “Niye yatıyorum, iyiyim ben” dedim, güldü. Bazı tetkiler yapacakmış, ilerleme varmış, araştırılacakmış. Sonunda daha önceden okuduğum, duyduğum kısma gelmiştik, beyin-omurilik sıvısı alınacaktı. Hoş bir şey olduğunu düşünmüyordum ki gerçekten değildi ama yapılması gerekiyordu. Birkaç gün müsaade istedim, “işlerimi ayarlayayım” dedim. Anneme, babama söyledim, eşim zaten yanımdaydı. Büyükler tarafında hemen bir panik havası ki o hava hiç geçmiyor zaten. Benim derdim ise ‘hastane pijaması’. Yattım hastaneye, durumdan kurtuluş olmadığına göre eğlenmeye çalıştım. Oda arkadaşım “yıkanıyorum teyze” vardı, beyninde pıhtı attığı için konuşamıyordu ve sadece “yıkanıyorum” diyebiliyordu. Bahçede, hastanenin kantininde oturup sürekli yoklamalarda “yok” yazıldım: Hasta yerinde yok, bu gezenti durumum BOS alınana kadardı tabii, sonra mecbur yattım. Küçük çaplı bir atak geçirdiğim için kortizon aldım. Velhasıl çıktım, evde bir süre dinlendim falan. Sonuçlar çıktı ve artık teşhis kondu: MS’sin. Birkaç hekim daha falan. Herkes hem fikirdi. Ben de “tamam” dedim, en azından artık netleşmişti. Net olmayan şeyler takıntı derecesinde rahatsızlık oluştururdu zaten bende, hala da öyle.
Sonrası kabullenir gibi yapma. Zaten bir süredir şüphe vardı, artık belli oldu, sürpriz değil, biliyorduk zaten düşünceleri. Koruyucu tedavi başlaması, başlasam mı başlamasam mı kararsızlığı. Ara ara uyuşmalar, bazı inatçı uyuşmalar, zaman zaman yorgunluklar… Öyle sıradan bir yorgunluk da değil, kolunu kaldıramayacak kadar yorgun olma,  “fatigue” diyorlar. Bir yandan hayata devam etmek elbette, bunlar zaman zaman oluyor. Ama hayat etkileniyor. Haftasonu için plan yapıp sabah kolunu kaldıramayabiliyorsun mesela yorgunluktan, sonrası bir o tarafta, bir bu tarafta uyumak. Kitap okurken defalarca uyuyakalmak, uyuyakaldım okuyamadım diye sinirlerini bozmak, yazmak istemek ama konsantre olamamak. “Aman canım yazma sen de o zaman” diyerek moral vermeye çalışanlara öfke ile bakmak. Yazmak benim işim, okumak benim işim, mutluluk sebebim. Üretmek istemek ama zaman zaman yapamamak. Bazen dostlarla bunu paylaşmak ama anlaşılmamak. Birçok hal ve direnmek. Yapamadıklarından, verdiğin sözleri tutamamaktan pişmanlık duymak. Dostunun konuşmacı olarak çağırdı yere gidememek mesela, son dakikada iptal etmek, sonrasında mahcubiyet duymak. Tüm iç çekişmeler yetmez gibi bazen hastalığıma üzülen yakın çevremi bununla ilgili teselli etmek, iyi olduğuma inandırmak ki zaten iyiyim. Fakat insan destek vermek değil, destek olunmasını bekliyor tabii bu durumda. Tüm bunlar olurken elbette devam ediyor insan hayatına ve herkesin hayatında olabilecek olan sıradan stresler ve sinir bozukluklarını da yaşıyor ta ki ilk defa gerçek bir atak ile karşılaşana kadar…
Ve şimdi… İçimdeki şaşkın dostumun bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum şimdiye kadar. Şaşkın dost diyorum çünkü kendi kendini düşman görüyor MS. Bağışıklık sisteminin sinir sistemini yabancı olarak görüp ona saldırıyor, neden böyle bir şey yaptığı bildiğim kadarıyla bilinmiyor. İçimde bir savaş var yani, içimde bir direniş var. Olay mahali, savaş meydanı gibiyim. Zaman zaman böyle şeyler olabileceğini biliyordum elbette ama yaşamak çok daha başka. Lakin hiç olmadığı kadar da pozitifim şu sıra ki hiç de sevmem bu kelimeyi. Hayatın değerini anlamakla meşgulüm. Köşedeki pastaneye gidebilmenin, bir dostun sizi alıp havalandırmaya çıkarmasının güzelliğini sezmekteyim. Dostlarımı biriktirmekte, suni ilişkileri kenara koymaktayım, yükleri fark etmekteyim. Can sıkıntısından attığım tweetlerdeki ruh halimi çözüp “hocam, iyi misiniz?” diyen hatırnaz bir öğrencim olduğundan mutluluk duymaktayım, sadece kendi işlerinin olduğunu düşünenlere inat. Hayatı yavaşlatmazsan hayat bir şekilde yavaşlatıyor insanı işte ve “dur, bir düşün” diyor, şikayetçi değilim. Günlerdir evde olunca çokca zamanı oluyor insanın düşünmeye, sorgulamaya.
MS ile gerçek tanışmamızı yaptığımız bu atak hafif uyuşmalarla çıktı ortaya, sonra MR, yeni plak, lezyon da diyorlar. ‘Tıpça’ leyzon, halkça plak. Atağın çeşitleri var ama elbet benim yazmama gerek yok bunları, akut atak şimdiki. Kortizon tedavisi. İlk başlarda iyiydim halbuki, okula gittim, serumlarımı okulda aldım, revirin maskotu oldum, “demirbaşa kaydedin” beni dedim, “hep buradayım nasıl olsa.” İşlerimi hallettim, dersimi yaptım. Fakat ne olduysa fenaca geldi sonradan. Hoşgeldi, ne diyelim?
Şimdi gerçekten kabullendim. Kronik hastalıklar da yas dönemi gibi biraz. İnkar, depresyon, yok sayma, kabullenme vs. Şimdi bir kabulleniş. Daha önce yakınlarıma söylediğim, sanki suçlu gibi saklamaya çalıştığım şeyi artık söylemekten çekinmiyorum. Çünkü bu bir suç değil, insan neden böyle bir psikoloji yaşıyor bilmiyorum. Neden söylememek, neden saklamak? Kabulleniyor ve söylüyorum. bu yazı ile malumu ilan ediyorum. Çünkü bu utanılacak bir şey değil ve bu acınacak bir şey de değil. Evet, bu bir rahatsızlık ve evet şu an için tedavisi yok. Belki çekinen, söylemeye korkan başkaları da vardır. Çekinmek ve korkmak aslında karşınızdaki insanın acıyarak bakan nazarından belki de, zihninde oluşmuş olan MS imgesinden. Günlerdir, eskiden kalma bir şarkının şu sözleri var aklımda: “Yalnız dikkat acımayın acınmak canımı en çok acıtandır.”
Bu sıralar ziyaretime gelen bir dostum başka birini anlatırken “Adam hiç MS gibi durmuyor” dedi tamamen iyi niyetiyle. “MS gibi durmak ne ki?” dedim gülerek, “ben normalde öyle mi duruyorum.” Normal insanız biz de işte, hayatın içinde, herşeyi yapan. Başka bildiğim akademisyenler var mesela, mühendisler, hekimler… Bunları yazmak bile o kadar saçma ki… Lakin insanların zihnindeki MS hastası kalıbını yıkmak biraz zor galiba. Atak süreleri dışında herşeyi yapıyoruz oysa. Beni bilen bilir, deli gibi yürürüm ben, çok severim, hele bir de sinirliysem acayip yürürüm. Birden bir bakarım nerelere gelmişim.
Yavaş yavaş noktalayayım artık bu yazıyı. Bunları neden yazdım? Yaşadığım şeyi dramatize etme, ifşa etme değil derdim. Yaptığı, yaşadığı herşeyi çeşitli şekillerde sosyal medyada paylaşanları da hiç haz etmem üstelik. Fakat bu yazı bir süreci, bir hastalığı kabullenişi, bunun gizlenecek, çekinilecek bir şey olmadığını, istemem ama herkesin başına gelebileceğini ve korkulacak bir şey olmadığını, onunla yaşanabileceğini aktarmak için yazıldı. Ulvi bir görev falan üstlenmiyorum, o kadar önemsemiyorum yaptıklarımı ama aynı şeyleri yaşayanlara bir destek olur belki. Bir akademisyen olarak bunu yazmanın, böyle bir hastalığımın olduğunu paylaşmanın bazı öğrencilerin çeşitli şekillerde muhabbetlerine ‘meze’ edilebileceğini de farkındayım. Bazı öğrenciler bazen bazı konularda çok ‘acımasız’ olabiliyorlar. Lakin benim baktığım yerden bu benimle ilgili bir konu değil, zira egosunu öğrenci üzerinde tatmin eden insanlardan olmadım.

Günümüz için uzun sayılabilecek bu yazıyı okuma zahmetine katlandıysanız ve bu yazı ile MS hastası olduğumu öğrendiyseniz lütfen “çok üzüldüm”, “Allah sabır versin”, “geçmiş olsun” vs gibi teselli cümleleri kurmayınız. Vah vah etmeyiniz. Kendinizle, dünyayla, hayatla barışırsanız MS, hayatın değerini anlayabilmek için neredeyse bir hediye. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder