İlk cümleyi yazmak her zaman
zordur, hele böyle zamanlar için. İnsanın içi dolup taştı mı hangi biri ile
başlayacağını bilemiyor. Doğrudan kendimi anlattığım bir şey yayınlamazken
yayınlamak için yazmak da, mahremiyetinin önemli olduğunu sürekli konuştuğum kişisel
bir verimi paylaşma (zaten bilmesi gerekenler biliyordur) kararını almak da
zor. Fakat belki hem kendimi rahatlamak,
bir parça da olsa farkındalık oluşturmak ve aynı şeyi yaşayan bir iki kişiye
yalnız olmadıklarını kelimelerin arasından fısıldamak için günlerdir aklımdaydı
yazmak. Kağıtlara uzunca yazdım tüm hikayeyi, yavaş yavaş onları da
düzenleyeceğim ama esas olan şimdiyi yazmaktı benim için öncelikle ve bu sabah
o gücü buldum kendimde…
Bu bir itirafname değil,
kabulleniş. İnkar etme, ciddiye almama, “belki değildir” deme, kabul etmiş gibi
yapma ve sonunda kabullenme. “Ben MS (multiple skleroz) hastasıyıyım”, “MS’liyim”,
“MS’im var” ve başka nasıl kurulabilirse bu cümle. Şimdi bu cümle okunduğunda
ya da duyulduğunda imgelemden çağırdığımız resimler var biliyorum. Çoğunlukla da
–eğer yakınınızda MS’li biri yoksa- medyada yer alan haberlerden geliyor o
resimler. “Elden ayaktan düşüren MS…”, “korkunç hastalık” ve daha ne kadar
kıyamet senaryosu varsa öyle sunulan haberler ya da bazı dizilerde çeşni olsun
diye sunulan acı pornografisi unsuru, bazı öykülere konu olmuşluğu da var, onu
da başka zaman yazarım belki. Fakat biri yoksa tanıdığınız elbette bunların
akla gelmesi en doğalı, imgelem dediğimiz şey zaten böyle oluşuyor. “Boynum
ağrıyor” diye gittiğim hekim, uzun uzun MR sonucuma baktıktan sonra “O değil
de, MS diye bir şey duydun mu?” dediğinde benim de aklıma Fenerbahçeli futbolcu
Sedat Balkanlı gelmişti ki yanlış bir resim çağırmışım; O, ALS hastasıydı. O
hekimin cümlesi “MS olabilirsin. Kontrastlı MR çektirip doğru nörolojiye
gidiyorsun” diye tamamlanmıştı. Yıl 2014’tü ve galiba Nisan’dı. O hekim için
sıradan bir gün, sıradan bir hasta, sıradan bir olası teşhisti, çünkü teşhis
koymak uzun zaman alıyor genelde; benim için ise o gün neydi bilmiyorum,
tanımlaması zor. Sonrası MR’lar, testler, tahliller, muayeneler, hekimler vs.
Bu arasını uzunca paylaşmak isterim sonra. “Neden”ler, “niçin”ler, “yok canım,
değildir”ler, sorular, yanıtsızlıklar… Netleşmeme, netleşmeyince “yok herhalde”
demeler, “ama o zaman bu uyuşmalar niye”ler, gelmeler, gitmeler. Bunları yaşarken
mümkün olduğunca az kişi ile durumu paylaşmak ve onların büyük çoğunlukla “değildir
canım, olur mu öyle şey” demesi, bir hekim edası ile “hiç de öyle durmuyorsun
zaten” diyerek ‘gözleme dayalı bilimsel teşhis’ler koyması. Konunun zaman zaman
gündemden uzaklaşması, kontrol zamanı gelince yeniden hortlaması. “MR zamanı”
diye bir zamanın hayatıma kodlanması.
Haziran 2016, MR görüntülerini
değil ama MR raporu okumayı kısmen sökmüştüm artık, en azından ne aramam
gerektiğini biliyordum: demiyelinizan plak. Daha önceki MR’larda olmayan, yeni
gelip hoşgelmiş olan plaklarımla raporda karşılaştım. Derin bir nefes aldım ve
bir süredir gelişme göstermemiş olan şeyin döndüğünü fark ettim, “nerede
kalmıştık bakalım?” Doktorum baktı, baktı, baktı, diğer meslektaşlarını
çağırdı, üç kafa, altı göz boynumun ve beynimin kopyasına bakıyordu ve o kopya
benden daha fazla ilgilerini çekiyordu elbette. “Suretim aslımdan daha değerli”
diye düşünüp kendimce eğleniyordum, onlar ‘tıpça’ konuşurlarken. Aralarındaki konuşmayı
bitirdiler, dağıldılar, kaldık yine başbaşa. “Seni yatıracağım, ne zaman yatmak
istersin?” dedi. Beni neden hastaneye yatıracağına mı şaşırsam yoksa tatil köyü
gibi ne zaman gelmek istediğimi sormasına mı şaşırsam bilemedim. “Niye
yatıyorum, iyiyim ben” dedim, güldü. Bazı tetkiler yapacakmış, ilerleme varmış,
araştırılacakmış. Sonunda daha önceden okuduğum, duyduğum kısma gelmiştik,
beyin-omurilik sıvısı alınacaktı. Hoş bir şey olduğunu düşünmüyordum ki
gerçekten değildi ama yapılması gerekiyordu. Birkaç gün müsaade istedim, “işlerimi
ayarlayayım” dedim. Anneme, babama söyledim, eşim zaten yanımdaydı. Büyükler
tarafında hemen bir panik havası ki o hava hiç geçmiyor zaten. Benim derdim ise
‘hastane pijaması’. Yattım hastaneye, durumdan kurtuluş olmadığına göre
eğlenmeye çalıştım. Oda arkadaşım “yıkanıyorum teyze” vardı, beyninde pıhtı
attığı için konuşamıyordu ve sadece “yıkanıyorum” diyebiliyordu. Bahçede,
hastanenin kantininde oturup sürekli yoklamalarda “yok” yazıldım: Hasta yerinde
yok, bu gezenti durumum BOS alınana kadardı tabii, sonra mecbur yattım. Küçük çaplı
bir atak geçirdiğim için kortizon aldım. Velhasıl çıktım, evde bir süre
dinlendim falan. Sonuçlar çıktı ve artık teşhis kondu: MS’sin. Birkaç hekim
daha falan. Herkes hem fikirdi. Ben de “tamam” dedim, en azından artık
netleşmişti. Net olmayan şeyler takıntı derecesinde rahatsızlık oluştururdu
zaten bende, hala da öyle.
Sonrası kabullenir gibi yapma. Zaten
bir süredir şüphe vardı, artık belli oldu, sürpriz değil, biliyorduk zaten
düşünceleri. Koruyucu tedavi başlaması, başlasam mı başlamasam mı kararsızlığı.
Ara ara uyuşmalar, bazı inatçı uyuşmalar, zaman zaman yorgunluklar… Öyle
sıradan bir yorgunluk da değil, kolunu kaldıramayacak kadar yorgun olma, “fatigue” diyorlar. Bir yandan hayata devam
etmek elbette, bunlar zaman zaman oluyor. Ama hayat etkileniyor. Haftasonu için
plan yapıp sabah kolunu kaldıramayabiliyorsun mesela yorgunluktan, sonrası bir
o tarafta, bir bu tarafta uyumak. Kitap okurken defalarca uyuyakalmak,
uyuyakaldım okuyamadım diye sinirlerini bozmak, yazmak istemek ama konsantre
olamamak. “Aman canım yazma sen de o zaman” diyerek moral vermeye çalışanlara
öfke ile bakmak. Yazmak benim işim, okumak benim işim, mutluluk sebebim. Üretmek
istemek ama zaman zaman yapamamak. Bazen dostlarla bunu paylaşmak ama anlaşılmamak.
Birçok hal ve direnmek. Yapamadıklarından, verdiğin sözleri tutamamaktan
pişmanlık duymak. Dostunun konuşmacı olarak çağırdı yere gidememek mesela, son
dakikada iptal etmek, sonrasında mahcubiyet duymak. Tüm iç çekişmeler yetmez
gibi bazen hastalığıma üzülen yakın çevremi bununla ilgili teselli etmek, iyi
olduğuma inandırmak ki zaten iyiyim. Fakat insan destek vermek değil, destek
olunmasını bekliyor tabii bu durumda. Tüm bunlar olurken elbette devam ediyor
insan hayatına ve herkesin hayatında olabilecek olan sıradan stresler ve sinir
bozukluklarını da yaşıyor ta ki ilk defa gerçek bir atak ile karşılaşana kadar…
Ve şimdi… İçimdeki şaşkın
dostumun bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum şimdiye kadar. Şaşkın dost diyorum
çünkü kendi kendini düşman görüyor MS. Bağışıklık sisteminin sinir sistemini
yabancı olarak görüp ona saldırıyor, neden böyle bir şey yaptığı bildiğim
kadarıyla bilinmiyor. İçimde bir savaş var yani, içimde bir direniş var. Olay mahali,
savaş meydanı gibiyim. Zaman zaman böyle şeyler olabileceğini biliyordum
elbette ama yaşamak çok daha başka. Lakin hiç olmadığı kadar da pozitifim şu
sıra ki hiç de sevmem bu kelimeyi. Hayatın değerini anlamakla meşgulüm. Köşedeki
pastaneye gidebilmenin, bir dostun sizi alıp havalandırmaya çıkarmasının
güzelliğini sezmekteyim. Dostlarımı biriktirmekte, suni ilişkileri kenara
koymaktayım, yükleri fark etmekteyim. Can sıkıntısından attığım tweetlerdeki
ruh halimi çözüp “hocam, iyi misiniz?” diyen hatırnaz bir öğrencim olduğundan
mutluluk duymaktayım, sadece kendi işlerinin olduğunu düşünenlere inat. Hayatı
yavaşlatmazsan hayat bir şekilde yavaşlatıyor insanı işte ve “dur, bir düşün”
diyor, şikayetçi değilim. Günlerdir evde olunca çokca zamanı oluyor insanın
düşünmeye, sorgulamaya.
MS ile gerçek tanışmamızı
yaptığımız bu atak hafif uyuşmalarla çıktı ortaya, sonra MR, yeni plak, lezyon
da diyorlar. ‘Tıpça’ leyzon, halkça plak. Atağın çeşitleri var ama elbet benim
yazmama gerek yok bunları, akut atak şimdiki. Kortizon tedavisi. İlk başlarda
iyiydim halbuki, okula gittim, serumlarımı okulda aldım, revirin maskotu oldum,
“demirbaşa kaydedin” beni dedim, “hep buradayım nasıl olsa.” İşlerimi
hallettim, dersimi yaptım. Fakat ne olduysa fenaca geldi sonradan. Hoşgeldi, ne
diyelim?
Şimdi gerçekten kabullendim. Kronik
hastalıklar da yas dönemi gibi biraz. İnkar, depresyon, yok sayma, kabullenme
vs. Şimdi bir kabulleniş. Daha önce yakınlarıma söylediğim, sanki suçlu gibi
saklamaya çalıştığım şeyi artık söylemekten çekinmiyorum. Çünkü bu bir suç
değil, insan neden böyle bir psikoloji yaşıyor bilmiyorum. Neden söylememek,
neden saklamak? Kabulleniyor ve söylüyorum. bu yazı ile malumu ilan ediyorum. Çünkü
bu utanılacak bir şey değil ve bu acınacak bir şey de değil. Evet, bu bir
rahatsızlık ve evet şu an için tedavisi yok. Belki çekinen, söylemeye korkan
başkaları da vardır. Çekinmek ve korkmak aslında karşınızdaki insanın acıyarak
bakan nazarından belki de, zihninde oluşmuş olan MS imgesinden. Günlerdir,
eskiden kalma bir şarkının şu sözleri var aklımda: “Yalnız dikkat acımayın acınmak canımı en çok acıtandır.”
Bu sıralar ziyaretime gelen bir
dostum başka birini anlatırken “Adam hiç MS gibi durmuyor” dedi tamamen iyi
niyetiyle. “MS gibi durmak ne ki?” dedim gülerek, “ben normalde öyle mi
duruyorum.” Normal insanız biz de işte, hayatın içinde, herşeyi yapan. Başka bildiğim
akademisyenler var mesela, mühendisler, hekimler… Bunları yazmak bile o kadar
saçma ki… Lakin insanların zihnindeki MS hastası kalıbını yıkmak biraz zor
galiba. Atak süreleri dışında herşeyi yapıyoruz oysa. Beni bilen bilir, deli
gibi yürürüm ben, çok severim, hele bir de sinirliysem acayip yürürüm. Birden bir
bakarım nerelere gelmişim.
Yavaş yavaş noktalayayım artık bu
yazıyı. Bunları neden yazdım? Yaşadığım şeyi dramatize etme, ifşa etme değil
derdim. Yaptığı, yaşadığı herşeyi çeşitli şekillerde sosyal medyada
paylaşanları da hiç haz etmem üstelik. Fakat bu yazı bir süreci, bir hastalığı
kabullenişi, bunun gizlenecek, çekinilecek bir şey olmadığını, istemem ama
herkesin başına gelebileceğini ve korkulacak bir şey olmadığını, onunla
yaşanabileceğini aktarmak için yazıldı. Ulvi bir görev falan üstlenmiyorum, o
kadar önemsemiyorum yaptıklarımı ama aynı şeyleri yaşayanlara bir destek olur
belki. Bir akademisyen olarak bunu yazmanın, böyle bir hastalığımın olduğunu
paylaşmanın bazı öğrencilerin çeşitli şekillerde muhabbetlerine ‘meze’
edilebileceğini de farkındayım. Bazı öğrenciler bazen bazı konularda çok ‘acımasız’
olabiliyorlar. Lakin benim baktığım yerden bu benimle ilgili bir konu değil,
zira egosunu öğrenci üzerinde tatmin eden insanlardan olmadım.
Günümüz için uzun sayılabilecek
bu yazıyı okuma zahmetine katlandıysanız ve bu yazı ile MS hastası olduğumu
öğrendiyseniz lütfen “çok üzüldüm”, “Allah sabır versin”, “geçmiş olsun” vs
gibi teselli cümleleri kurmayınız. Vah vah etmeyiniz. Kendinizle, dünyayla,
hayatla barışırsanız MS, hayatın değerini anlayabilmek için neredeyse bir
hediye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder