Bir araçtan diğerine
geçerken insanoğlunun en tabii ve kıymetini bilmediği hareketlerden birini
yapmak “zorunda” kalır şehir sakinleri: Yürümek. Çoğu yere araçla gitmeye
alışık olduklarından ve artık tekerler birer uzantıları haline geldiğinden
yürümek çoğu zaman büyükşehir insanı için zahmetlidir “kim yürüyecek”tir şimdi
oradan oraya, fakat aynı zamanda bir bantın üzerinde hamster gibi yürümek için
para öder spor salonlarına. Gözler çoğu zaman bir araç arar yürümemek için.
Eğer o aranan araç bulunamadıysa of’layarak yürünür hiç etrafa bakmadan. Sadece
gerektiği için, zevk almadan…
Yürümek keşiftir oysa ve
bir şehir ancak adımlanarak keşfedilir. Yıllarca o şehirde bulunsanız bile
şehir yürünerek yaşanır. Bir şehirde bulunmakla o şehirde yaşamak farklı
şeylerdir. Bir şehir yürünerek sevilir. Hep geçtiğimiz yollara, sokaklara
körleşiriz oysa ve bakmadan geçeriz. Çoğu zaman otomatikleşmiş olan
bacaklarımız bizi alır götürür, ne zaman oraya geldiğimizi anlamayız. Yıllardır
yanından geçtiğimiz asırlık çınar, çiçekleriyle bizi selamlayan erik ağacı,
yüzyıllar öncesinden kalan bir çeşme ya da eskiden kalan ince işçilikli bir
hece taşı ilgimizi çekmez bir mağazanın vitrini ya da bir reklam panosu kadar.
Zira günümüz insanını büyüleyen hız ve harekettir. Değişen vitrinler, değişen
reklam panoları… Sabit olan ilginç değildir, sabit olan eskildir, eskiye
içkindir. Oysa sabit olan dirençlidir, direngendir, meydan okuyandır, asırlık
çınar gibi, tarihi çeşme gibi…
Fakat büyükşehir insanı
hızın içinde yer almasından, sürekli bir yere yetişmek için koşmasından
etrafını görse de bakmaya “fırsat” bulamaz. Bir hayat felsefesi haline
getirilebilecek olan şiarı vardı bir gezi dergisinin: Yalnızca keşfetmek için
bak. Görmek, hayatı idame ettirebilmek için bir gereklilikken bakmak seçmektir.
Birçok şeyi görürüz ama kadrajladığımız yer seçtiğimizdir, bakışımızdır,
bakışımızı cezbedendir. Büyükşehir insanı görür ama bakmadan yürür çoğu zaman.
Walter Benjamin’in deyimiyle “flaneur” olmaya zaman bulamaz, zaman bulamamak
her ne demekse. Hergün otobüse bindiği durağın yanındaki çay ocağını keşfedemez
mesela durup sokaktan gelene geçene ya da kendi içine bakmak için. Bir dantel
gibi mermere işlenmiş süslemeli camiiyi, sokak aralarında kalan ve hoyratlıktan
korunmak için duvarlarla çevrili olan biraz mahsun kiliseyi, yıkılmaya yüz
tutan cumbalı ahşap evi ve düşünmez bizim için eski, hatta yıkıldı yıkılacak
olmasından dolayı bir tehlike unsuru olan o evin birilerinin güven dolu yuvası
olduğunu bir zamanlar.
Büyükşehir insanının
böyle şeylere zamanı yoktur. O tam olarak kendisinin de ne yaptığını ve eline
ne geçtiğini aslında anlayamadığı bir koşturmanın içindedir. Yorgun argın akşam
evine döndüğünde ya çalışmaya devam eder ya ekranda bir şeyler izleyerek
haftasonunun gelmesini bekler. Haftasonuna birazdan gelelim ama önce şunu
söyleyelim: Büyükşehir insanı geçtiği yerlere keşfetmek için bakmazken bakanı
da çeşitli şekillerde suçlamayı ihmal etmez. Etrafına meraklı gözlerle bakanlar
onlar için melankolik, işe yaramaz, işi olmayan insanlardır. Hatta
hedefsizdirler, zira hedef “ofis”e varmak, çok çalışmak, çok kazanmak, çok
kariyer yapmak olmalıdır büyükşehir insanına göre, bir gün bile içine dönüp
bakmadan, birgün bile bahçedeki ağaca bakıp gülümsemeden.
O dört gözle beklenen
haftasonu geldiğinde ise önceden yapılmış programlar uygulanmaya başlanır
birbir. Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel sınıfa göre değişiklik gösteren
etkinlikler genel olarak ev dışıdır, bütçeye göre. Sabah dışarıda kahvaltı,
arkadaş buluşmaları, akşam yemeği belki bir iki kültürel faaliyet… Sergi gezip
hayranlıkla bakmak ama her gün önünden geçilen harika mimariye sahip olan
binalara bir kez olsun kafasını çevirip bakmamak… Bir “kapatılma” mekanı haline
gelen alışveriş merkezlerine (daha samimi olanlar AVM diyorlar ya da hep
şikayet edilen zaman yokluğundan kelime tasarrufu yapıp zaman kazanmaya
çalışıyorlar) sıkışmalar, lüzumsuz harcamalar, aynı kıyafetin bilmem
kaçıncısının farklı rengini almalar ve diğer giyilmeyenlerin yanına eklemeler…
Sırf sinemaya gitmiş olmak için bir film seçip izlemeler… Oysa heyecanla
beklediği filmler olmalı insanın hayatında, bileti alırken bile yüreğinin hızla
çarptığı, salona girip film başlayınca tüm dünyadan kopup perdenin içine
daldığı. Lakin böyle “melankolik” davranışlar büyükşehir insanına göre değildir
ve de onlara göre ne kadar da gereksizdir, fakat sanat ruhu inceltmelidir.
Satın almak, yemek, harcamak, tüketmek, tüketmek, tüketmek… Tüketerek var
olmak…
Akşam edilip eve
dönüldüğünde yorgunluk gelmiştir artık ve yatılıp uyunur çoğu zaman. Haftaiçi
işte olmaktan, haftasonu dışarıda gezmekten sadece yatmaya gelinen otelvari bir
yerdir evler ve çoğunlukla yuva sıcaklığı yoktur. Bu kadar az zaman geçiriliyor
olmasına rağmen yıllarca ödenecek bir borcun altına girilerek alınmıştır çoğu
zaman evler, belki ele güne karşı “evimiz var” demek için. En güzel
mobilyalarla döşenmiştir, mutfak illa büyük olsundur ama çoğu zaman kahve ya da
çay yapmak dışında kullanılmaz o mutfak. Temizlik için gelen yardımcı “kadın”
yemekleri de yapar geliri yüksek gruplarda ve başkalarına “yemek yapıyor
musun?” diye sorar bu grupta yer alan kadınlar şaşkınlıkla. “Duvarlar efendim
en sevdiğimiz yiyeceklerdir. Yanına da kapıdan ve camdan bir sos yaptınız mı
tadına doyulmaz.”
Haftaiçi işteyken eve
gelmek için çırpınan bu insanlar haftasonu kendilerini evden dışarı atmak için
amansız bir çaba sarf ederler. Çeşitli sosyal medya hesaplarından ne kadar
eğlendiklerine dair paylaşımlar yapmak gibi bir görevi vardır zira ya da
eğleniyor-muş gibi yapma. Kimin haftasonunu nerede, ne yaparak geçirdiği bir
statü göstergesidir sonuçta. Paylaşımlara gelen yorumlar yanındakinin
söylediklerinden daha mutlu edebilir onları. Bir fenomen haline gelen komik
kedi videoları izlerken yanındaki kediye bakmayabilir, baksa da kovabilir onu.
Çelişkilerle doludur
büyükşehir insanı. Kendi yaşadığı şehri keşfedememişken ve bunun için en ufak
bir çaba harcamazken başka şehirleri merak eder, atlayıp gider oralara çoğu
zaman bir turist kafilesinin içinde. Önceden belirlenmiş yerleri gezdirir
rehberler onlara. Turlar insanın keşfetmesine çoğu zaman imkan bırakmaz, zaten
hazır keşfedilmiş'i vardır, ona bakmak, oraya gitmek risk almamaktır. Bütün bir
yıl hayali kurulan tatil tesadüflere bırakılmayacak kadar kutsaldır. Buralarda
da gidilen yerleri kendi gözleri ile görmekten çok bir ekran ardından takip
ederler, ne de olsa her şey kayıt altına alınmalı ve belgelenmelidir. İçlerinde
illaki kendilerinin olduğu ve bazı moda çekimlerini açık ara geride bırakacak
fotoğraflar çekilir ve eğer burası yurtdışı ise acilen ücretsiz wi-fi bulup
onları sosyal medyada paylaşmak ölüm kalım meselesidir.
Göster(iş)/mek için yaşar
bu insanlar, aynı zamanda görünmek için. Gerçekten kendi için ne yapar
bilinmez. Falancalar şuraya gidip çok beğendiği için tatilde oraya gidilmeli,
filancalar şu lokantayı çok övdüğü için mutlaka orada bu yenilmelidir. Bir kez
olsun müzeye ya da sergiye gitmemiş olan biri sırf gidilmesi gerek diye turun
peşine takılıp müze gezebilir ve birden bir sanat tarihçisi kesilebilir. –Mış
gibi yapmak, -mış gibi yapabilmek bu çağda çok önemlidir. Her şeyi açık
yaşayabilmek, şeffaflaşabilmek, şeffaflaşırken kalıplara girmek, “makbul”
olanla yaşamak, yaşamı öyle şekillendirmek, yaşadığını –mış gibi yapmak,
kendiy-miş gibi olmak ama aslında kendi olarak var olamamak.
Nasıl ki geleneksel
medyada yer almanın koşulları varsa sosyal medyada da görünür olmanın koşulları
var ve bu koşullar şimdi okumaya katlandıysanız bu tür yazılardan geçmiyor.
Zaten görünür olmaktan çok kendi kitlesini arayan yazılar bunlar yani aslında onlara
göre sıkıcı konular.
Sürekli bir yerlere
yetişme telaşı içinde yaşanılan şu hayatta teneffüsler vermek gerekiyor. Durup
dinlenmek gerekiyor, keşfetmek için bakmak gerekiyor. Rutinleri bozmak, hayatı
selamlamak… Kendinle kalmak, kendini dinlemek… Her gün geçtiğin yola ilk kez
geçiyor gibi bakmak, hergün yeni bir şey fark etmek…
Göstermek için değil,
istediğin için yapmak… -Mış’ları kaldırmak, -mış’sız yaşamak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder