Eski mezarlıklar hayatın içinde
yer alırken yenileri ise şehir merkezinin dışında yer bulabiliyor ancak
kendine. Elbette çeşitli nedenleri var bunun. Şehir merkezinde artık çok geniş
alanların bulunmaması, bulunsa da mezarlık yapmaktansa daha rant getirecek
inşaatlara ayrılması gibi. Bir alışveriş merkezi ya da lüks bir site
yapılabilecek yere kim mezarlık yapmak istesin ki (hatta mümkün olsa şehir
merkezlerindeki mezarlıkları şehir dışına taşımak bile iyi bir fikir gibi
gelebilir karar vericilere)… Böylelikle ölüm, yaşamın dışına çıkıyor, oysa
hayatın dışında değil, bir parçası hayatın, lakin yaşamın değil.
Dışarı çıkıp dolaştığınızda,
işinize giderken bir mezarlık ile karşılaşmayabilirsiniz yaşadığınız yerlerde. Bir
odasında ‘yatır’ olan evler ise artık çocukların birbirlerini korkutmak için
anlattığı hikayelerdedir çoğu zaman. Oysa o denli birliktedir Anadolu’da ölüm
ile yaşam ki ikisinin birleşimidir hayatı oluşturan. Köylerin bazılarında
mezarlar evlerin bahçelerinde ya da ailelerin tarlalarındadır, ölüler
yaşamlarını geçirdikleri yerlere yakındır, yakınları da onlara yakın. Fakat oralarda
da köy mezarlıkları devreye girmeye başlamıştır. Hal böyle iken ne ara ölüm ve
mezarlık bu kadar korkulacak bir hal almıştır. Öyle ki İstanbul’un en büyüklerinden
biri olan ve şehir içinde bulunan mezarlığının girişinde yazan “Her canlı bir
gün ölümü tadacaktır” ayeti görüldüğünde insanlara rahatsızlık verebilmektedir.
Yaşam ve ölüm sekülerdir artık, biri başka diğeri başkadır. O nedenle yaşamın
içinde birden karşılaşılan ölüm rahatsızlık oluşturur. Çünkü o başka bir yere
aittir artık.
Yaşamın içinde ölümle karşı
karşıya getiren bir şeyler vardır elbet. Komşudan çıkan bir cenaze ki ölümlerde
evlerde değil, hastanelerde oluyor; apartmanın önüne helallik alınması için
getirilen cenaze ve çoğu zaman o da getirilmiyor artık. Cenazeyi haber vermek
için okunan sela dışında ölümün şehir merkezini terk edişi sanki epey oluyor. Bir
cami avlusunda cenaze ile karşılaşmak olası elbet ama büyük mezarlıkların
içine yapılan koca camiler daha çok tercih ediliyor sanki artık. Komşuluğun azalması
mahalle camisinin önemini de yitirmesine kapı aralıyor. Dolayısıyla değişen şehir
planlamamız ve modern hayat pratiklerimiz ölümü yaşamın dışına itiyor, böylece
o bizden, biz ondan uzaklaşıyoruz. Çocuklarımızı cenazelere götürmekten geri
durarak sanki ölümün onlara erişmesini engelliyoruz. Hayatın bir parçası
olduğunu onlara göstermemeye çalışıp steril hayatlar yaşatmaya çalışıyoruz. Hazirelerde
gördüğümüz hece taşlarına ise genellikle tarihi eser gözüyle bakıyoruz, ölümü
çok da düşünmeden.
Elbette ölümün her yerden bu
kadar dışlanmış olduğunu söylemek mümkün değil. İstanbul’un en büyük mezarlığı
olan Karacaahmet Mezarlığı tam da şehrin ortasındadır, damar damar etrafına
yayılmıştır. Yakınlarında oturanlar ölüm ve yaşamın içiçe geçmişliğini çok iyi
bilirler. Mezarlığın yanından ya da içinden geçmek, mezarlığın yanındaki bir
evde oturup her sabah selvi ağaçlarına selam etmek hayat pratiklerinden
biridir. Yeni taşınanlar için biraz garip, ürkütücü, hatta tedirgin edici olsa
da, oralarda doğup büyüyenler için mezarlık tam da hayatın orta noktasıdır. Ölüm
bir yanda, yaşam bir yandadır, tam hayatın içidir.
Mezarlığın hemen yanında oynayan
çocuklar vardır, bir diğer tarafta arkasını mezarlığa verip diğer taraftaki
mezarlığa bakarak çayını içip sohbet eden kahvelerde, çay bahçelerinde oturan
insanlar. “Bizimki şurada yatıyor”, “Bizimki de öte tarafta” konuşmaları çok
tanıdıktır. Bir yere gelip giderken “mezarlık arası” diye tabir edilen yoldan
geçmek çok olasıdır, lakin hava karardıktan sonra pek önerilmez. Anneler çocuklarını
“ölüler değil, diriler problem” diye uyarır. Şiar haline gelen bu söz ölümden
korkmamak gerektiğini çocuğa anlatır. Bu yolun bir diğer adeti Fatiha süresi kadar
susmaktır. Ve diğer bir gelenek yine annelerin çocukları “mezar taşlarını
okuma, unutkan olursun” diye bilimsel bir şekilde paylamasıdır.
Mezarın üstüne basmamak gerekir,
ancak insanın gönlü çok elvermese de aslında her gün üstüne asfalt dökülmüş
mezarların üzerinden geçilir gidilir. Zira mezarlıkta gidiş geliş yol geçecek
kadar mesafe bırakıldığına inanmak akla ve mantığa mugayirdir. Fakat göz
görmeyince gönül katlanır. Biraz da bu sebeple çoğu insanda adet haline gelen mezarlık
yanından araba ile geçerken müziği kapatmak buralarda oturanlarda pek rastlanan
bir davranış değildir. Ayrıca ölüleri rahatsız etmemek için yapıldığı söylenen
bu adet yerine getirilse oralardaki evlerde oturanlar ne müzik dinleyebilir ne
de televizyon izleyebilir, davullu zurnalı gelin almaları saymayalım bile.
Karacaahmet Mezarlığı elbette
sadece bir örnek. Eyüp de öyle, Kurtuluş da, ölüm ve yaşamın iç içe girmiş
olduğu başka eski yerleşim yerleri gibi. Ölümü yaşamın dışına iteklemek biraz
daha yeni yerleşim alanlarında geçerli. Belki yaşamı tam ama hayatı eksik
yaşama pratiği…
Eski yerleşim alanı şehir ise
yeni yerleşim alanları kent. Ölüm şehrin içlemiyken, şehir, ölümün de yaşamın
da kaplamı. Kent ise yaşamın saranı, ölümün dışlayanı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder