Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Şehir ölümü sarar, kent ise dışlar

Eski mezarlıklar hayatın içinde yer alırken yenileri ise şehir merkezinin dışında yer bulabiliyor ancak kendine. Elbette çeşitli nedenleri var bunun. Şehir merkezinde artık çok geniş alanların bulunmaması, bulunsa da mezarlık yapmaktansa daha rant getirecek inşaatlara ayrılması gibi. Bir alışveriş merkezi ya da lüks bir site yapılabilecek yere kim mezarlık yapmak istesin ki (hatta mümkün olsa şehir merkezlerindeki mezarlıkları şehir dışına taşımak bile iyi bir fikir gibi gelebilir karar vericilere)… Böylelikle ölüm, yaşamın dışına çıkıyor, oysa hayatın dışında değil, bir parçası hayatın, lakin yaşamın değil.

Dışarı çıkıp dolaştığınızda, işinize giderken bir mezarlık ile karşılaşmayabilirsiniz yaşadığınız yerlerde. Bir odasında ‘yatır’ olan evler ise artık çocukların birbirlerini korkutmak için anlattığı hikayelerdedir çoğu zaman. Oysa o denli birliktedir Anadolu’da ölüm ile yaşam ki ikisinin birleşimidir hayatı oluşturan. Köylerin bazılarında mezarlar evlerin bahçelerinde ya da ailelerin tarlalarındadır, ölüler yaşamlarını geçirdikleri yerlere yakındır, yakınları da onlara yakın. Fakat oralarda da köy mezarlıkları devreye girmeye başlamıştır. Hal böyle iken ne ara ölüm ve mezarlık bu kadar korkulacak bir hal almıştır. Öyle ki İstanbul’un en büyüklerinden biri olan ve şehir içinde bulunan mezarlığının girişinde yazan “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” ayeti görüldüğünde insanlara rahatsızlık verebilmektedir. Yaşam ve ölüm sekülerdir artık, biri başka diğeri başkadır. O nedenle yaşamın içinde birden karşılaşılan ölüm rahatsızlık oluşturur. Çünkü o başka bir yere aittir artık.

Yaşamın içinde ölümle karşı karşıya getiren bir şeyler vardır elbet. Komşudan çıkan bir cenaze ki ölümlerde evlerde değil, hastanelerde oluyor; apartmanın önüne helallik alınması için getirilen cenaze ve çoğu zaman o da getirilmiyor artık. Cenazeyi haber vermek için okunan sela dışında ölümün şehir merkezini terk edişi sanki epey oluyor. Bir cami avlusunda cenaze ile karşılaşmak olası elbet ama büyük mezarlıkların içine yapılan koca camiler daha çok tercih ediliyor sanki artık. Komşuluğun azalması mahalle camisinin önemini de yitirmesine kapı aralıyor. Dolayısıyla değişen şehir planlamamız ve modern hayat pratiklerimiz ölümü yaşamın dışına itiyor, böylece o bizden, biz ondan uzaklaşıyoruz. Çocuklarımızı cenazelere götürmekten geri durarak sanki ölümün onlara erişmesini engelliyoruz. Hayatın bir parçası olduğunu onlara göstermemeye çalışıp steril hayatlar yaşatmaya çalışıyoruz. Hazirelerde gördüğümüz hece taşlarına ise genellikle tarihi eser gözüyle bakıyoruz, ölümü çok da düşünmeden.

Elbette ölümün her yerden bu kadar dışlanmış olduğunu söylemek mümkün değil. İstanbul’un en büyük mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığı tam da şehrin ortasındadır, damar damar etrafına yayılmıştır. Yakınlarında oturanlar ölüm ve yaşamın içiçe geçmişliğini çok iyi bilirler. Mezarlığın yanından ya da içinden geçmek, mezarlığın yanındaki bir evde oturup her sabah selvi ağaçlarına selam etmek hayat pratiklerinden biridir. Yeni taşınanlar için biraz garip, ürkütücü, hatta tedirgin edici olsa da, oralarda doğup büyüyenler için mezarlık tam da hayatın orta noktasıdır. Ölüm bir yanda, yaşam bir yandadır, tam hayatın içidir.

Mezarlığın hemen yanında oynayan çocuklar vardır, bir diğer tarafta arkasını mezarlığa verip diğer taraftaki mezarlığa bakarak çayını içip sohbet eden kahvelerde, çay bahçelerinde oturan insanlar. “Bizimki şurada yatıyor”, “Bizimki de öte tarafta” konuşmaları çok tanıdıktır. Bir yere gelip giderken “mezarlık arası” diye tabir edilen yoldan geçmek çok olasıdır, lakin hava karardıktan sonra pek önerilmez. Anneler çocuklarını “ölüler değil, diriler problem” diye uyarır. Şiar haline gelen bu söz ölümden korkmamak gerektiğini çocuğa anlatır. Bu yolun bir diğer adeti Fatiha süresi kadar susmaktır. Ve diğer bir gelenek yine annelerin çocukları “mezar taşlarını okuma, unutkan olursun” diye bilimsel bir şekilde paylamasıdır.

Mezarın üstüne basmamak gerekir, ancak insanın gönlü çok elvermese de aslında her gün üstüne asfalt dökülmüş mezarların üzerinden geçilir gidilir. Zira mezarlıkta gidiş geliş yol geçecek kadar mesafe bırakıldığına inanmak akla ve mantığa mugayirdir. Fakat göz görmeyince gönül katlanır. Biraz da bu sebeple çoğu insanda adet haline gelen mezarlık yanından araba ile geçerken müziği kapatmak buralarda oturanlarda pek rastlanan bir davranış değildir. Ayrıca ölüleri rahatsız etmemek için yapıldığı söylenen bu adet yerine getirilse oralardaki evlerde oturanlar ne müzik dinleyebilir ne de televizyon izleyebilir, davullu zurnalı gelin almaları saymayalım bile.

Karacaahmet Mezarlığı elbette sadece bir örnek. Eyüp de öyle, Kurtuluş da, ölüm ve yaşamın iç içe girmiş olduğu başka eski yerleşim yerleri gibi. Ölümü yaşamın dışına iteklemek biraz daha yeni yerleşim alanlarında geçerli. Belki yaşamı tam ama hayatı eksik yaşama pratiği…


Eski yerleşim alanı şehir ise yeni yerleşim alanları kent. Ölüm şehrin içlemiyken, şehir, ölümün de yaşamın da kaplamı. Kent ise yaşamın saranı, ölümün dışlayanı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder