Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Özür Borcumuz Yok mu Doğaya?

İnsan kendini doğanın hakimi sanıyor her şeyin hakimi olduğunu sandığı gibi. Fakat doğa zaman zaman belki acımasız da olsa kendince veriyor yanıtını; depremle, selle, elinden ne gelirse… Lakin insan pek anlamıyor bunu. Yapmaya, yıkmaya, yeniden yapmaya, daha çok tahrip etmeye, kesmeye, yakmaya, yok etmeye devam ediyor.

Bir düstur haline getirilen “tarihe ve ecdada saygı” nedense doğadaki tarihe işlemiyor. Yıllarca aynı topraklarla kök salmış ağaçlar inşaatlar için kesilebiliyor mesela. Şehirlerde var olan binalar kutsanan inşaat sektörü biraz daha semirsin diye yakılıp yeniden yapılıyor kentsel dönüşüm altında. Kimi yerlerdekilere eski sakinleri yerleşirken kimi yerdekiler o kadar kentsel dönüşüyor ki eski sakinleri sürülüyor oralardan paraları yetmeyeceği için.

Ve koca bir şantiye alanına dönüşüyor şehir, neredeyse evden çıkarken kafamıza baret takıp tüm iş güvenliği önlemlerimizi almamızı gerektiren. Mübalağa gibi dursa da hafriyat kamyonları yollarda can alıyor, vinçler sokak aralarında tehlike saçıyor.

Her ne kadar büyükşehir olsa da kısmen sessizliği yakaladığınız, huzur bulduğunuz evinizde tüm gün inşaat sesleri eşlik ediyor size. Kısmen de olsa doğanın bir parçası olan apartman bahçelerinin kucağında sakladıkları şaşkınlıkla dışarı çıkmak zorunda kalıyor bu kadar sese ve yerin titreşimine. Gecenin karanlığında afallayarak ve biraz ürkekçe gezen bir kirpi ile karşılaşabilirsiniz kaldırımda. Belki çok da fazla görmediğiniz bu şirin hayvanı görmek önce sizi mutlu eder ama kaldırım taşında yürüyüşü sonrasında hüzünlendirebilir sizi. Diğer yandan İstanbul Boğazı’nda görünce insanın yüzünde tebessüm oluşturan bir yunusun üzerinden birçok saçma çıkıyor, bir veya daha fazla kendini bilmeyen yüzünden ve muhtemelen sadece eğlenmek için yapıyor(lar).


Hep daha fazlasında gözü olan insanoğlu toprağın kendisine verebileceğinden daha fazlasını vermeye zorluyor onu. O toprakların öz evladı olan tohumu onun bağrından koparıp yabancı bir tohumla evlendirip çocuk yapmaya zorluyor. Bir nevi tecavüz sayılmaz mı acaba? Yetmiyor daha da çok ürün versin diye ilaç üstüne ilaç atıyor. Toprağımızı da yiyeceğimizi de hadi dilimiz varmasın zehirliyor demeye ama kimyasala boğuyor. Daha çok verecek diye kendi buğdayını ekmeyi bırakıp ithal buğday tohumu peşine düşüyor. Lakin şimdi moda olmaya başlayan siyez buğdayına tekrar geri dönüyor. Yıllar önce sırt çevirmişti halbuki…

Diğer yanda ufacık yerlere sıkıştırılıp sürekli yemlenmeye zorlanan, ışık hileleri ile kandırılan tavuklar kısa zamanda büyütülüyor. Sonrası malum… Önce yumurtasından, sonra etinden kazanılıyor. Tavukların yemlerine antibiyotik katıldığı artık bir sır değil, kamuoyu oluşturmak isteyenler kendilerine medyada yer bulabildiğince durumu anlatıyor fakat tavuk üreticileri büyük reklamveren, varın siz düşünün gerisini. İşi farkına varan küçük bir grup endüstriyel tavuk yemekten vazgeçiyor.
Yumurtalar ise boylarına göre S/M/L diye ayrılıyor. Anlaşılır bir yanı var elbet bunun, en normal ayrım bu diyebiliriz. Peki ya omega 3’lü yumurta nasıl oluyor? Organik yumurta satan bir işletme diğer ürettiği yumurtaların organik olmadığını kabul etmiş olmuyor mu? Artık meşhur ve aranan hale gelen gezen tavuk yumurtası ne demek oluyor? Bizim bildiğimiz tavuklar gezmez mi? Gezmiyor işte büyük çoğunluğu, küçücük yerlere sıkıştırılarak yaşıyorlar kısacık hayatlarını. “Gezen tavuklar” ise kısmen şanslı olanlar.

Şehir insanlarının bir kısmı ise endüstriyel olandan uzak nasıl beslenebilirim derdine düşerek, daha doğal bir şeyler arayışına giriyor. Bu arayış kimi zaman onu doğaya yaklaştırıyor belki hiç aklında yokken, belki özü onu çağırıyor. Çünkü insanoğlu beton duvarların ya da cam plazaların arasına alışık değil aslında, alışmış gibi yapsa da. Dağa, bayıra çıkınca, en basiti çimenlik bir alana gidince bir huzur kaplamıyor mu içinizi? Büyükşehirde yeşil alan bulmak biraz zor olsa da olan yerlerin dolması, güzel havalarda insanların boş bulduğu çimenlere yayılması nasıl açıklanır ki? Büyükşehir insanının, özellikle çalışanın daha da daraltırsak beyaz yakalının dramı işte bu.

Bir süre önce moda olan Ege sahillerine yerleşmenin yerini köylere yerleşmek, doğaya dönmek rüyası aldı bir süredir. Öyle emekli olunca falan da değil üstelik, mümkün olabilecek en yakın zamanda. Ege’ye yerleşip yazın turistlere takı satmak ya da küçük bir kafe açmak yerine ekip biçmenin, hayvan beslemenin hayallerini kuruyor genç beyaz yakalılar, en fazla çalışma hayatlarının onuncu yılında. Öyle bir bıkkınlık, öyle bir doğa hasreti ve ayrıca tüketmekten üretmeye geçme arzusu, içten içe…

Bazılarımız amansızca doğaya zarar verirken bazılarımız doğayla barışıyor sanki, daha doğrusu özürlerini sunuyor doğaya bizi affetsin, bassın bağrına diye. 

13 Haziran 2017 Salı

-Mış Gibi Hayatlar: Büyükşehir İnsanını Anlamaya Çalışmak


Bir araçtan diğerine geçerken insanoğlunun en tabii ve kıymetini bilmediği hareketlerden birini yapmak “zorunda” kalır şehir sakinleri: Yürümek. Çoğu yere araçla gitmeye alışık olduklarından ve artık tekerler birer uzantıları haline geldiğinden yürümek çoğu zaman büyükşehir insanı için zahmetlidir “kim yürüyecek”tir şimdi oradan oraya, fakat aynı zamanda bir bantın üzerinde hamster gibi yürümek için para öder spor salonlarına. Gözler çoğu zaman bir araç arar yürümemek için. Eğer o aranan araç bulunamadıysa of’layarak yürünür hiç etrafa bakmadan. Sadece gerektiği için, zevk almadan…

Yürümek keşiftir oysa ve bir şehir ancak adımlanarak keşfedilir. Yıllarca o şehirde bulunsanız bile şehir yürünerek yaşanır. Bir şehirde bulunmakla o şehirde yaşamak farklı şeylerdir. Bir şehir yürünerek sevilir. Hep geçtiğimiz yollara, sokaklara körleşiriz oysa ve bakmadan geçeriz. Çoğu zaman otomatikleşmiş olan bacaklarımız bizi alır götürür, ne zaman oraya geldiğimizi anlamayız. Yıllardır yanından geçtiğimiz asırlık çınar, çiçekleriyle bizi selamlayan erik ağacı, yüzyıllar öncesinden kalan bir çeşme ya da eskiden kalan ince işçilikli bir hece taşı ilgimizi çekmez bir mağazanın vitrini ya da bir reklam panosu kadar. Zira günümüz insanını büyüleyen hız ve harekettir. Değişen vitrinler, değişen reklam panoları… Sabit olan ilginç değildir, sabit olan eskildir, eskiye içkindir. Oysa sabit olan dirençlidir, direngendir, meydan okuyandır, asırlık çınar gibi, tarihi çeşme gibi…

Fakat büyükşehir insanı hızın içinde yer almasından, sürekli bir yere yetişmek için koşmasından etrafını görse de bakmaya “fırsat” bulamaz. Bir hayat felsefesi haline getirilebilecek olan şiarı vardı bir gezi dergisinin: Yalnızca keşfetmek için bak. Görmek, hayatı idame ettirebilmek için bir gereklilikken bakmak seçmektir. Birçok şeyi görürüz ama kadrajladığımız yer seçtiğimizdir, bakışımızdır, bakışımızı cezbedendir. Büyükşehir insanı görür ama bakmadan yürür çoğu zaman. Walter Benjamin’in deyimiyle “flaneur” olmaya zaman bulamaz, zaman bulamamak her ne demekse. Hergün otobüse bindiği durağın yanındaki çay ocağını keşfedemez mesela durup sokaktan gelene geçene ya da kendi içine bakmak için. Bir dantel gibi mermere işlenmiş süslemeli camiiyi, sokak aralarında kalan ve hoyratlıktan korunmak için duvarlarla çevrili olan biraz mahsun kiliseyi, yıkılmaya yüz tutan cumbalı ahşap evi ve düşünmez bizim için eski, hatta yıkıldı yıkılacak olmasından dolayı bir tehlike unsuru olan o evin birilerinin güven dolu yuvası olduğunu bir zamanlar.
Büyükşehir insanının böyle şeylere zamanı yoktur. O tam olarak kendisinin de ne yaptığını ve eline ne geçtiğini aslında anlayamadığı bir koşturmanın içindedir. Yorgun argın akşam evine döndüğünde ya çalışmaya devam eder ya ekranda bir şeyler izleyerek haftasonunun gelmesini bekler. Haftasonuna birazdan gelelim ama önce şunu söyleyelim: Büyükşehir insanı geçtiği yerlere keşfetmek için bakmazken bakanı da çeşitli şekillerde suçlamayı ihmal etmez. Etrafına meraklı gözlerle bakanlar onlar için melankolik, işe yaramaz, işi olmayan insanlardır. Hatta hedefsizdirler, zira hedef “ofis”e varmak, çok çalışmak, çok kazanmak, çok kariyer yapmak olmalıdır büyükşehir insanına göre, bir gün bile içine dönüp bakmadan, birgün bile bahçedeki ağaca bakıp gülümsemeden.

O dört gözle beklenen haftasonu geldiğinde ise önceden yapılmış programlar uygulanmaya başlanır birbir. Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel sınıfa göre değişiklik gösteren etkinlikler genel olarak ev dışıdır, bütçeye göre. Sabah dışarıda kahvaltı, arkadaş buluşmaları, akşam yemeği belki bir iki kültürel faaliyet… Sergi gezip hayranlıkla bakmak ama her gün önünden geçilen harika mimariye sahip olan binalara bir kez olsun kafasını çevirip bakmamak… Bir “kapatılma” mekanı haline gelen alışveriş merkezlerine (daha samimi olanlar AVM diyorlar ya da hep şikayet edilen zaman yokluğundan kelime tasarrufu yapıp zaman kazanmaya çalışıyorlar) sıkışmalar, lüzumsuz harcamalar, aynı kıyafetin bilmem kaçıncısının farklı rengini almalar ve diğer giyilmeyenlerin yanına eklemeler… Sırf sinemaya gitmiş olmak için bir film seçip izlemeler… Oysa heyecanla beklediği filmler olmalı insanın hayatında, bileti alırken bile yüreğinin hızla çarptığı, salona girip film başlayınca tüm dünyadan kopup perdenin içine daldığı. Lakin böyle “melankolik” davranışlar büyükşehir insanına göre değildir ve de onlara göre ne kadar da gereksizdir, fakat sanat ruhu inceltmelidir. Satın almak, yemek, harcamak, tüketmek, tüketmek, tüketmek… Tüketerek var olmak…

Akşam edilip eve dönüldüğünde yorgunluk gelmiştir artık ve yatılıp uyunur çoğu zaman. Haftaiçi işte olmaktan, haftasonu dışarıda gezmekten sadece yatmaya gelinen otelvari bir yerdir evler ve çoğunlukla yuva sıcaklığı yoktur. Bu kadar az zaman geçiriliyor olmasına rağmen yıllarca ödenecek bir borcun altına girilerek alınmıştır çoğu zaman evler, belki ele güne karşı “evimiz var” demek için. En güzel mobilyalarla döşenmiştir, mutfak illa büyük olsundur ama çoğu zaman kahve ya da çay yapmak dışında kullanılmaz o mutfak. Temizlik için gelen yardımcı “kadın” yemekleri de yapar geliri yüksek gruplarda ve başkalarına “yemek yapıyor musun?” diye sorar bu grupta yer alan kadınlar şaşkınlıkla. “Duvarlar efendim en sevdiğimiz yiyeceklerdir. Yanına da kapıdan ve camdan bir sos yaptınız mı tadına doyulmaz.”

Haftaiçi işteyken eve gelmek için çırpınan bu insanlar haftasonu kendilerini evden dışarı atmak için amansız bir çaba sarf ederler. Çeşitli sosyal medya hesaplarından ne kadar eğlendiklerine dair paylaşımlar yapmak gibi bir görevi vardır zira ya da eğleniyor-muş gibi yapma. Kimin haftasonunu nerede, ne yaparak geçirdiği bir statü göstergesidir sonuçta. Paylaşımlara gelen yorumlar yanındakinin söylediklerinden daha mutlu edebilir onları. Bir fenomen haline gelen komik kedi videoları izlerken yanındaki kediye bakmayabilir, baksa da kovabilir onu.

Çelişkilerle doludur büyükşehir insanı. Kendi yaşadığı şehri keşfedememişken ve bunun için en ufak bir çaba harcamazken başka şehirleri merak eder, atlayıp gider oralara çoğu zaman bir turist kafilesinin içinde. Önceden belirlenmiş yerleri gezdirir rehberler onlara. Turlar insanın keşfetmesine çoğu zaman imkan bırakmaz, zaten hazır keşfedilmiş'i vardır, ona bakmak, oraya gitmek risk almamaktır. Bütün bir yıl hayali kurulan tatil tesadüflere bırakılmayacak kadar kutsaldır. Buralarda da gidilen yerleri kendi gözleri ile görmekten çok bir ekran ardından takip ederler, ne de olsa her şey kayıt altına alınmalı ve belgelenmelidir. İçlerinde illaki kendilerinin olduğu ve bazı moda çekimlerini açık ara geride bırakacak fotoğraflar çekilir ve eğer burası yurtdışı ise acilen ücretsiz wi-fi bulup onları sosyal medyada paylaşmak ölüm kalım meselesidir.

Göster(iş)/mek için yaşar bu insanlar, aynı zamanda görünmek için. Gerçekten kendi için ne yapar bilinmez. Falancalar şuraya gidip çok beğendiği için tatilde oraya gidilmeli, filancalar şu lokantayı çok övdüğü için mutlaka orada bu yenilmelidir. Bir kez olsun müzeye ya da sergiye gitmemiş olan biri sırf gidilmesi gerek diye turun peşine takılıp müze gezebilir ve birden bir sanat tarihçisi kesilebilir. –Mış gibi yapmak, -mış gibi yapabilmek bu çağda çok önemlidir. Her şeyi açık yaşayabilmek, şeffaflaşabilmek, şeffaflaşırken kalıplara girmek, “makbul” olanla yaşamak, yaşamı öyle şekillendirmek, yaşadığını –mış gibi yapmak, kendiy-miş gibi olmak ama aslında kendi olarak var olamamak.

Nasıl ki geleneksel medyada yer almanın koşulları varsa sosyal medyada da görünür olmanın koşulları var ve bu koşullar şimdi okumaya katlandıysanız bu tür yazılardan geçmiyor. Zaten görünür olmaktan çok kendi kitlesini arayan yazılar bunlar yani aslında onlara göre sıkıcı konular.
Sürekli bir yerlere yetişme telaşı içinde yaşanılan şu hayatta teneffüsler vermek gerekiyor. Durup dinlenmek gerekiyor, keşfetmek için bakmak gerekiyor. Rutinleri bozmak, hayatı selamlamak… Kendinle kalmak, kendini dinlemek… Her gün geçtiğin yola ilk kez geçiyor gibi bakmak, hergün yeni bir şey fark etmek…


Göstermek için değil, istediğin için yapmak… -Mış’ları kaldırmak, -mış’sız yaşamak… 

8 Haziran 2017 Perşembe

Kabulleniş

İlk cümleyi yazmak her zaman zordur, hele böyle zamanlar için. İnsanın içi dolup taştı mı hangi biri ile başlayacağını bilemiyor. Doğrudan kendimi anlattığım bir şey yayınlamazken yayınlamak için yazmak da, mahremiyetinin önemli olduğunu sürekli konuştuğum kişisel bir verimi paylaşma (zaten bilmesi gerekenler biliyordur) kararını almak da zor.  Fakat belki hem kendimi rahatlamak, bir parça da olsa farkındalık oluşturmak ve aynı şeyi yaşayan bir iki kişiye yalnız olmadıklarını kelimelerin arasından fısıldamak için günlerdir aklımdaydı yazmak. Kağıtlara uzunca yazdım tüm hikayeyi, yavaş yavaş onları da düzenleyeceğim ama esas olan şimdiyi yazmaktı benim için öncelikle ve bu sabah o gücü buldum kendimde…
Bu bir itirafname değil, kabulleniş. İnkar etme, ciddiye almama, “belki değildir” deme, kabul etmiş gibi yapma ve sonunda kabullenme. “Ben MS (multiple skleroz) hastasıyıyım”, “MS’liyim”, “MS’im var” ve başka nasıl kurulabilirse bu cümle. Şimdi bu cümle okunduğunda ya da duyulduğunda imgelemden çağırdığımız resimler var biliyorum. Çoğunlukla da –eğer yakınınızda MS’li biri yoksa- medyada yer alan haberlerden geliyor o resimler. “Elden ayaktan düşüren MS…”, “korkunç hastalık” ve daha ne kadar kıyamet senaryosu varsa öyle sunulan haberler ya da bazı dizilerde çeşni olsun diye sunulan acı pornografisi unsuru, bazı öykülere konu olmuşluğu da var, onu da başka zaman yazarım belki. Fakat biri yoksa tanıdığınız elbette bunların akla gelmesi en doğalı, imgelem dediğimiz şey zaten böyle oluşuyor. “Boynum ağrıyor” diye gittiğim hekim, uzun uzun MR sonucuma baktıktan sonra “O değil de, MS diye bir şey duydun mu?” dediğinde benim de aklıma Fenerbahçeli futbolcu Sedat Balkanlı gelmişti ki yanlış bir resim çağırmışım; O, ALS hastasıydı. O hekimin cümlesi “MS olabilirsin. Kontrastlı MR çektirip doğru nörolojiye gidiyorsun” diye tamamlanmıştı. Yıl 2014’tü ve galiba Nisan’dı. O hekim için sıradan bir gün, sıradan bir hasta, sıradan bir olası teşhisti, çünkü teşhis koymak uzun zaman alıyor genelde; benim için ise o gün neydi bilmiyorum, tanımlaması zor. Sonrası MR’lar, testler, tahliller, muayeneler, hekimler vs. Bu arasını uzunca paylaşmak isterim sonra. “Neden”ler, “niçin”ler, “yok canım, değildir”ler, sorular, yanıtsızlıklar… Netleşmeme, netleşmeyince “yok herhalde” demeler, “ama o zaman bu uyuşmalar niye”ler, gelmeler, gitmeler. Bunları yaşarken mümkün olduğunca az kişi ile durumu paylaşmak ve onların büyük çoğunlukla “değildir canım, olur mu öyle şey” demesi, bir hekim edası ile “hiç de öyle durmuyorsun zaten” diyerek ‘gözleme dayalı bilimsel teşhis’ler koyması. Konunun zaman zaman gündemden uzaklaşması, kontrol zamanı gelince yeniden hortlaması. “MR zamanı” diye bir zamanın hayatıma kodlanması.
Haziran 2016, MR görüntülerini değil ama MR raporu okumayı kısmen sökmüştüm artık, en azından ne aramam gerektiğini biliyordum: demiyelinizan plak. Daha önceki MR’larda olmayan, yeni gelip hoşgelmiş olan plaklarımla raporda karşılaştım. Derin bir nefes aldım ve bir süredir gelişme göstermemiş olan şeyin döndüğünü fark ettim, “nerede kalmıştık bakalım?” Doktorum baktı, baktı, baktı, diğer meslektaşlarını çağırdı, üç kafa, altı göz boynumun ve beynimin kopyasına bakıyordu ve o kopya benden daha fazla ilgilerini çekiyordu elbette. “Suretim aslımdan daha değerli” diye düşünüp kendimce eğleniyordum, onlar ‘tıpça’ konuşurlarken. Aralarındaki konuşmayı bitirdiler, dağıldılar, kaldık yine başbaşa. “Seni yatıracağım, ne zaman yatmak istersin?” dedi. Beni neden hastaneye yatıracağına mı şaşırsam yoksa tatil köyü gibi ne zaman gelmek istediğimi sormasına mı şaşırsam bilemedim. “Niye yatıyorum, iyiyim ben” dedim, güldü. Bazı tetkiler yapacakmış, ilerleme varmış, araştırılacakmış. Sonunda daha önceden okuduğum, duyduğum kısma gelmiştik, beyin-omurilik sıvısı alınacaktı. Hoş bir şey olduğunu düşünmüyordum ki gerçekten değildi ama yapılması gerekiyordu. Birkaç gün müsaade istedim, “işlerimi ayarlayayım” dedim. Anneme, babama söyledim, eşim zaten yanımdaydı. Büyükler tarafında hemen bir panik havası ki o hava hiç geçmiyor zaten. Benim derdim ise ‘hastane pijaması’. Yattım hastaneye, durumdan kurtuluş olmadığına göre eğlenmeye çalıştım. Oda arkadaşım “yıkanıyorum teyze” vardı, beyninde pıhtı attığı için konuşamıyordu ve sadece “yıkanıyorum” diyebiliyordu. Bahçede, hastanenin kantininde oturup sürekli yoklamalarda “yok” yazıldım: Hasta yerinde yok, bu gezenti durumum BOS alınana kadardı tabii, sonra mecbur yattım. Küçük çaplı bir atak geçirdiğim için kortizon aldım. Velhasıl çıktım, evde bir süre dinlendim falan. Sonuçlar çıktı ve artık teşhis kondu: MS’sin. Birkaç hekim daha falan. Herkes hem fikirdi. Ben de “tamam” dedim, en azından artık netleşmişti. Net olmayan şeyler takıntı derecesinde rahatsızlık oluştururdu zaten bende, hala da öyle.
Sonrası kabullenir gibi yapma. Zaten bir süredir şüphe vardı, artık belli oldu, sürpriz değil, biliyorduk zaten düşünceleri. Koruyucu tedavi başlaması, başlasam mı başlamasam mı kararsızlığı. Ara ara uyuşmalar, bazı inatçı uyuşmalar, zaman zaman yorgunluklar… Öyle sıradan bir yorgunluk da değil, kolunu kaldıramayacak kadar yorgun olma,  “fatigue” diyorlar. Bir yandan hayata devam etmek elbette, bunlar zaman zaman oluyor. Ama hayat etkileniyor. Haftasonu için plan yapıp sabah kolunu kaldıramayabiliyorsun mesela yorgunluktan, sonrası bir o tarafta, bir bu tarafta uyumak. Kitap okurken defalarca uyuyakalmak, uyuyakaldım okuyamadım diye sinirlerini bozmak, yazmak istemek ama konsantre olamamak. “Aman canım yazma sen de o zaman” diyerek moral vermeye çalışanlara öfke ile bakmak. Yazmak benim işim, okumak benim işim, mutluluk sebebim. Üretmek istemek ama zaman zaman yapamamak. Bazen dostlarla bunu paylaşmak ama anlaşılmamak. Birçok hal ve direnmek. Yapamadıklarından, verdiğin sözleri tutamamaktan pişmanlık duymak. Dostunun konuşmacı olarak çağırdı yere gidememek mesela, son dakikada iptal etmek, sonrasında mahcubiyet duymak. Tüm iç çekişmeler yetmez gibi bazen hastalığıma üzülen yakın çevremi bununla ilgili teselli etmek, iyi olduğuma inandırmak ki zaten iyiyim. Fakat insan destek vermek değil, destek olunmasını bekliyor tabii bu durumda. Tüm bunlar olurken elbette devam ediyor insan hayatına ve herkesin hayatında olabilecek olan sıradan stresler ve sinir bozukluklarını da yaşıyor ta ki ilk defa gerçek bir atak ile karşılaşana kadar…
Ve şimdi… İçimdeki şaşkın dostumun bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum şimdiye kadar. Şaşkın dost diyorum çünkü kendi kendini düşman görüyor MS. Bağışıklık sisteminin sinir sistemini yabancı olarak görüp ona saldırıyor, neden böyle bir şey yaptığı bildiğim kadarıyla bilinmiyor. İçimde bir savaş var yani, içimde bir direniş var. Olay mahali, savaş meydanı gibiyim. Zaman zaman böyle şeyler olabileceğini biliyordum elbette ama yaşamak çok daha başka. Lakin hiç olmadığı kadar da pozitifim şu sıra ki hiç de sevmem bu kelimeyi. Hayatın değerini anlamakla meşgulüm. Köşedeki pastaneye gidebilmenin, bir dostun sizi alıp havalandırmaya çıkarmasının güzelliğini sezmekteyim. Dostlarımı biriktirmekte, suni ilişkileri kenara koymaktayım, yükleri fark etmekteyim. Can sıkıntısından attığım tweetlerdeki ruh halimi çözüp “hocam, iyi misiniz?” diyen hatırnaz bir öğrencim olduğundan mutluluk duymaktayım, sadece kendi işlerinin olduğunu düşünenlere inat. Hayatı yavaşlatmazsan hayat bir şekilde yavaşlatıyor insanı işte ve “dur, bir düşün” diyor, şikayetçi değilim. Günlerdir evde olunca çokca zamanı oluyor insanın düşünmeye, sorgulamaya.
MS ile gerçek tanışmamızı yaptığımız bu atak hafif uyuşmalarla çıktı ortaya, sonra MR, yeni plak, lezyon da diyorlar. ‘Tıpça’ leyzon, halkça plak. Atağın çeşitleri var ama elbet benim yazmama gerek yok bunları, akut atak şimdiki. Kortizon tedavisi. İlk başlarda iyiydim halbuki, okula gittim, serumlarımı okulda aldım, revirin maskotu oldum, “demirbaşa kaydedin” beni dedim, “hep buradayım nasıl olsa.” İşlerimi hallettim, dersimi yaptım. Fakat ne olduysa fenaca geldi sonradan. Hoşgeldi, ne diyelim?
Şimdi gerçekten kabullendim. Kronik hastalıklar da yas dönemi gibi biraz. İnkar, depresyon, yok sayma, kabullenme vs. Şimdi bir kabulleniş. Daha önce yakınlarıma söylediğim, sanki suçlu gibi saklamaya çalıştığım şeyi artık söylemekten çekinmiyorum. Çünkü bu bir suç değil, insan neden böyle bir psikoloji yaşıyor bilmiyorum. Neden söylememek, neden saklamak? Kabulleniyor ve söylüyorum. bu yazı ile malumu ilan ediyorum. Çünkü bu utanılacak bir şey değil ve bu acınacak bir şey de değil. Evet, bu bir rahatsızlık ve evet şu an için tedavisi yok. Belki çekinen, söylemeye korkan başkaları da vardır. Çekinmek ve korkmak aslında karşınızdaki insanın acıyarak bakan nazarından belki de, zihninde oluşmuş olan MS imgesinden. Günlerdir, eskiden kalma bir şarkının şu sözleri var aklımda: “Yalnız dikkat acımayın acınmak canımı en çok acıtandır.”
Bu sıralar ziyaretime gelen bir dostum başka birini anlatırken “Adam hiç MS gibi durmuyor” dedi tamamen iyi niyetiyle. “MS gibi durmak ne ki?” dedim gülerek, “ben normalde öyle mi duruyorum.” Normal insanız biz de işte, hayatın içinde, herşeyi yapan. Başka bildiğim akademisyenler var mesela, mühendisler, hekimler… Bunları yazmak bile o kadar saçma ki… Lakin insanların zihnindeki MS hastası kalıbını yıkmak biraz zor galiba. Atak süreleri dışında herşeyi yapıyoruz oysa. Beni bilen bilir, deli gibi yürürüm ben, çok severim, hele bir de sinirliysem acayip yürürüm. Birden bir bakarım nerelere gelmişim.
Yavaş yavaş noktalayayım artık bu yazıyı. Bunları neden yazdım? Yaşadığım şeyi dramatize etme, ifşa etme değil derdim. Yaptığı, yaşadığı herşeyi çeşitli şekillerde sosyal medyada paylaşanları da hiç haz etmem üstelik. Fakat bu yazı bir süreci, bir hastalığı kabullenişi, bunun gizlenecek, çekinilecek bir şey olmadığını, istemem ama herkesin başına gelebileceğini ve korkulacak bir şey olmadığını, onunla yaşanabileceğini aktarmak için yazıldı. Ulvi bir görev falan üstlenmiyorum, o kadar önemsemiyorum yaptıklarımı ama aynı şeyleri yaşayanlara bir destek olur belki. Bir akademisyen olarak bunu yazmanın, böyle bir hastalığımın olduğunu paylaşmanın bazı öğrencilerin çeşitli şekillerde muhabbetlerine ‘meze’ edilebileceğini de farkındayım. Bazı öğrenciler bazen bazı konularda çok ‘acımasız’ olabiliyorlar. Lakin benim baktığım yerden bu benimle ilgili bir konu değil, zira egosunu öğrenci üzerinde tatmin eden insanlardan olmadım.

Günümüz için uzun sayılabilecek bu yazıyı okuma zahmetine katlandıysanız ve bu yazı ile MS hastası olduğumu öğrendiyseniz lütfen “çok üzüldüm”, “Allah sabır versin”, “geçmiş olsun” vs gibi teselli cümleleri kurmayınız. Vah vah etmeyiniz. Kendinizle, dünyayla, hayatla barışırsanız MS, hayatın değerini anlayabilmek için neredeyse bir hediye.