Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

10 Aralık 2024 Salı

 “Kızlar” diye yazdığımız gruplar

 

Yazan herkesin bildiği gibi ilk cümleler yüktür, ne yazılacağı zordur. O yüzden akışa bırakıyor ve kurgudan kaçınıyorum. Sadece adımlarımın çok uzun zaman sonra iş dışında beni ekranın karşısına klavyenin yanına getirdiğini ve sonrasındaki cümlelerin eve gelirken kurulduğunu biliyorum. Belki de uzunca zamandır kurulan bazı cümleler biraz daha erginleşmiştir.

Başlıkta olan “’kızlar’ diye yazdığımız gruplar” bir durak, bir nefeslenme anları. Yazmak mecaz, bazen yazmak, bazen söylemek. Koşturmalı hayatın içinde yazmak, bazen söylemekten daha kolay. “Kızlar”a anlatmak lazım, söylemem lazım, fikir versinler denen yer “kızlar”a sormak. Bazen anlık bazen gecikmeli de olsa dönüşün olacağı yerin olduğunu bilmek onlara sormak. İlla anlaşılmak değil, sadece duyulduğunu bilmek... Onay ihtiyacı değil, sesinin duyulduğunu bilmek… Çıkar, kınama, yargılanma değil de rahatlamak… Bu metinde olduğu gibi düzgün ve kurallı cümleler kurmak değil de sadece içini boşaltmak… Kucaklanacağını ve yargılanmayacağını bilmek…

Bazen coşkuya, bazen tükenmişlikle yazdığımız ya da belki söylediğimiz “kızlar” rasyonel diye tabir edilen değerlendirmelerden farklı. “Kızlar” hitabını belirleyen yıllar değil, dönemimizin kutsadığı “profesyonellik”lerimiz değil… Tüm profesyonelliklerimiz içindeki “kız neşesi” belki… Bazen acılarımıza kahkaha, bazen baş edemediklerimize küfür… Bazen geçen yıllara ve yeniden bir araya gelişlerimize saygı…

Güvenin tam orta yeri sanki “kızlar” diye bastığımız nidalar… Hani sanki fiziksel olarak yan yana olmasak bile birbirimizi kucaklamadan kucakladığımız anlar… Hem kendimize hem başkasına karşı gözettiğimiz ve gözetildiğimiz anlar… Duvarlar kurmak ama çoğunlukla yıkmak… Kendi duvarlarımızı “kızlar”dan öğrenmek ama denilene de kırılmamak…

Hep bir üç nokta (…) “kızlar”a yazmak, söylemek, konuşmak… Çünkü sonlanmayan, çünkü ara verilmeyen, çünkü hep devam eden ve birlikte devam eden…

 

22 Haziran 2020 Pazartesi

Sosyal Medya ve Sahte Haber

Sosyal Medya ve Sahte Haber

İletişim Çalışmaları Youtube kanalında katılmış olduğum Sosyal Medya ve Sahte Haber üzerine olan söyleşiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.



https://www.youtube.com/watch?v=J-rfOAuFJD0&t=2s

15 Ocak 2020 Çarşamba

Bir Mücadele Alanı Olarak Kentsel Uzam ve 

Toplumun Hafızası*


Bir kentin meydanları, sokakları, kenti oluşturan yapılar, yaşanmışlıkları içinde barındıran en önemli unsurlardır. Bir kent, anlamını ortaklaşa yaşanan, paylaşılan yerlerde bulur en fazla. Toplumsal hafızayı canlandıran da toplumsal hafızanın silinmesine neden olan da sözü edilen alanların korunması ya da değiştirilmesiyle olur. Herkese açık olan kentler, toplumsal bir uzamdır.
Bir iktidar tarafından tasarlandığı kabul edilen kent -ki bu durumda devlet ya da onu temsil eden başka kurumlardır onu tasarlayan- toplum ile erkin karşılaştığı yerdir. Özel mülkiyetlerin dışında kalan kentsel mekânlar kamusal alan olarak tanımlanabilir. Ancak bu tanım bizim tarif etmek istediğimiz özelliği içinde barındırmaktan uzaktır. Uzun yıllar kamusal alan tartışmalarının yapıldığı Türkiye’de, kamusal alan kadar kamunun alanını, yani halkın alanını oluşturmak önemli hale gelmiştir. Kamusal alan kavramına yüklenen ve bizim kamunun alanı olarak tanımladığımız kavramın anlamını biraz açmaya çalışalım öncelikle.
Kamu, sözlükte her ne kadar “bir memleketteki halkın bütünü, amme” (Ayverdi, 2011, s. 1564) olarak tanımlanıyor olsa da gündelik konuşmanın içinde kamu kavramının yeri daha çok devletle ilişkilidir. Kamu denildiğinde “devlet idaresi, organları, kuruluşları, görevlileri ya da etkinlikleri gibi şeyleri, devlete ait ya da devlet kontrolünde yürütülen resmi bir alanı kastederiz” (Özbek, 2015, s. 33). Dolayısıyla uluslararası literatürde oluşmuş olan kamusal alan tanımıyla Türkiye’de uzun yıllar tartışmaların konusu olan kamusal alan kavramının farklı şeyleri imlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kamusal alan “yurttaşların ortak meselelerini, eşit ve özgür katılımla halletmeye çalıştığı yer” (Özbek, 2015, s. 34) olarak tanımlanırken Türkiye’deki kamusal alan tartışmalarından[1] anlaşılan daha çok devletle yurttaşların biraraya gelebildiği yerlerdir. O halde devletin egemenliği ile parsellenmiş olan kamusal alan tanımına alternatif olarak halkın egemen olduğu “kamunun alanı” tanımlaması daha uygundur. Kamunun alanı temel noktalarda devlet tarafından düzenlenmiş olsa da kullanımı halka bırakılmıştır. Ancak bu halka bırakış sonsuz bir özgürlük alanını ifade etmez, fakat baskıdan ziyade ideolojik anlamda bazı unsurlar kullanılarak şekillendirmeler yapılmaktadır. Burada Althusser’i anımsamak yerinde olabilir. Althusser (2006) devletin aygıtlarını iki biçimde tanımlamaktaydı: Baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar. Kamunun alanı devletin bir ideolojik aygıtı olarak görev yapmaktadır.
Kamunun alanı ile tarif edilmeye çalışılan kamuyu oluşturan tüm bireylerin eşit söz hakkına sahip olabildiği, eşit olarak temsil edilebildikleri ve mücadelelerini verebildikleri bir alandır. Bu alan özellikle iletişim araçlarının dijitalleşmesi ile birlikte genişlemiştir. Ancak bu yazıda ele alınacak olan ise fiziki bir alan olan kenttir. Kent ve kenti meydana getiren unsurlar kamunun alanıdır. Toplum, bu alanları –belirlenmiş koşullar doğrultusunda- istediği gibi kullanabilir, bu alanlarda bir araya gelebilir ve tartışmalar yürütebilir, gündelik hayatını şekillendirebilir.
Şimdi yeniden yukarıda üstünde durduğumuz konuya dönelim: Kamunun alanı neden bir ideolojik aygıttır? Althusser, ideolojik aygıtları zor kullanmayan ancak ideoloji ile şekillendiren araçlar olarak nitelendirir. Kent düşünüldüğü zaman, kentin yapısı ve onu oluşturan unsurları iktidar tarafından düzenlenmiştir ve düzenlenmektedir. Kent yapısı bir kez tasarlanmış olarak bırakılmaz, aslında sürekli olarak yeniden tasarlanır. İktidarların kent üzerindeki gücü en net bu şekilde görülebilir: Binaları değiştirmek, yıkmak, yenilerini dikmek, cadde ve sokakların yapılarını değiştirmek, meydanlar yapmak gibi… Bunlar dışında ayrıca iktidarlar daha örtük olduğu öne sürülebilecek bazı düzenlemeler de yapmaktadır. Cadde, sokak isimlerinin belirlenmesi, otobüs durağı isimlerinin değiştirilmesi gibi işlemler, herhangi bir gerçek yıkım olmadan insanların zihinleri ve hafızaları üzerinden yapılan şekillendirme kaygılarıdır. Ancak tüm bu kaygılara rağmen toplum, bazı konularda kendi değerlerine sahip çıkmaya çalışır, bu noktada iktidarın dayattığı ideoloji ile toplumsal olarak üretilmiş anlamlar birbiri ile çatışmaya girebilir.
Mekân, insanların hafızalarının en diri tutulduğu yerdir. Hafızalara yapılmak istenen bir saldırı için mekânı bozmak en güçlü silahlardandır. Aynı şekilde unutulmaması istenen şeyler için de mekâna bırakılacak ufak bir simge, hafızaları tazelemeye yardımcı olabilir. Lakin çoğu zaman, simgeye gerek kalmadan sadece mekânın kendisi hafızaları diri tutar. Bazen kaldırıma monte edilmiş, üzerinde iki satır yazılı bir taş hafızayı canlandırırken, bazen bir sokak ismi o yere dair bir sosyolojik okuma yapmayı sağlar. Kentin sunduğu alanlar, ideolojinin gündelik yaşam içinde yer alabilecekleri yerlerdir.
Bu yazıda kentin bir iletişim mekânı ve kamunun alanı olarak tanımlanmasından hareket etmeye çalışılarak kentin içinde bulundurduğu unsurların kent sakinleriyle, kent sakinlerinin ise kent ile nasıl iletişim kurdukları ya da birbirlerini nasıl iletişim unsuru olarak kullandıkları tartışılırken bunun hafızayı diri tutmaya ya da silmeye olan etkileri düşünülmeye/düşündürülmeye çalışılacaktır. Ayrıca yazıda kamunun alanı olarak belirlenen kentte, toplum, iktidarın sundukları ile ne yapmaktadır sorusunun yanıtı da aranmaktadır.
Kentin Damarları: Sokaklar/Meydanlar/Caddeler
Bir ülkede yaşayan insanların ortak olarak paylaştıkları en önemli yerlerdir sokaklar ve daha genişi olan caddeler, ardından ise meydanlar. Bir kenti oluşturan bu unsurlar pek çok paylaşımın yapıldığı, insanların sosyalleştiği, ticaretin yapıldığı, sosyal hakların kullanıldığı, protestoların düzenlendiği yerlerdir. Bir yerden bir yere varmanın kente dokunmanın, kentin insana dokunmasının en temel noktalarıdır.
Ayrıca toplumsal hafızanın da mekânlarıdır sokaklar, caddeler ve meydanlar; özellikle meydanlar politik mekânlardır. Bir kentin sokaklarında atılan her adım bildiğimiz ya da bilmediğimiz pek çok yaşanmışlığa denk gelir, birilerinin düştüğü yere basar adımlarımız. Hafızanın tazelenmesi, yaşanılanın unutulmaması için küçük de olsa bir iz bırakılmalıdır buralara. Hrant Dink’in Halaskargazi Caddesi’nde katledildiği yere yerleştirilen kaldırım taşı gibi. İzler olmasa da hatırlatır çoğu yer birçok şeyi. Şimdilerde eski halinden çok daha farklılaşmış olan Taksim Meydanı gibi, Meydan’dan Sıraselviler Caddesi’ni takip ettiğinizde sol yanınızda kalan Kazancı Yokuşu gibi ya da tüm heybetiyle yükselen üniversite kapısını sarmalayan Beyazıt Meydanı gibi.
Bir kentin sokakları, meydanları, caddeleri damarlarıdır, insanları taşıyan ve aynı zamanda hafızayı da taşıyan. İdeolojinin belirginleştiği yerlerdir sokaklar ve caddeler. Onlara konulan ya da değiştirilen isimlerde gizlenir ideoloji.Bu damarlarda dolaşmayı sağlayan otobüs duraklarının isimleri de ideolojinin belirginleştiği yerlerdir. Yıllarca aynı ismi taşıyabilecek olan bir durağın ismi günümüzde sıklıkla değişebilmektedir. Bir amaç uğruna ölen/öldürülen kişilerin isimlerini koymak ve onları kaldırıp başka bir ölen/öldürülenin adını koymak, neredeyse bir gelenek haline gelmek üzere.
Kentin Gösterenleri ya da Buluşma Mekânları: Heykeller
Kentlerde özellikle kalabalık noktalara yerleştirilmiş olan heykeller kamusal sanatın en belirgin örneklerindendir. Heykeller çoğu zaman kentlerle o kadar özdeşleşir ki Brüksel’deki “Manneken Pis”[2] heykelinde olduğu gibi kentin en belirgin unsurlarından biri haline gelir. Hatta bir ülke ile özdeşleştiğini söylemek de abartılı olmayacaktır. New York’ta yer alan Özgürlük Anıtı’nın ABD’nin göstereni olduğunun görmezden gelinemeyeceği gibi.
Türkiye’de ise heykelin bir sanattan farklı değeri var gibi. Heykeller daha çok bir buluşma mekânı olarak kullanılır. Bir sanat eserinin neden yapıldığı kadar ne amaçla kullanıldığı da önem taşıyor. Özellikle mobil telefon devrinden önce buluşma sözleşmeleri, bir heykelin önünü işaret etmez miydi genellikle? Hemen hemen her ilçede mutlaka bulunan Mustafa Kemal Atatürk heykelleri ise özel günlerin buluşma noktasıdır; devlet erkânının toplanıp çiçek bıraktığı ve bir dahaki özel güne kadar da kimsenin pek ilgilenmediği bir nokta.
Heykeller bir şehrin simgesi olabilirken bazı heykeller ise şehrin meşhur olanını gösterir hale gelmiştir. Özellikle belediyelerin yaptırdığı ve kentin ünlü olan nesnesini devasa boyutlarda hayatın orta noktasına yerleştiren heykeller caddelerde, meydanlarda boy gösterir olmuştur. Bazen kocaman bir havuç, bazen devasa bir semaver ya da irice bir köfte kentin meşhur olan nesnesini görülmemesinin imkânsız olacağı bir boyutta sergilenir. Sanatsal değeri elbette tartışmaya açık olsa da estetik yoksunluğu sezebilmek çok zor değildir.[3]
Ayrıca heykel bir tarihi de sergiler. Heykeller kentteki insan kalabalığını bazen tarihsel bir olayla, bazen tarihsel bir kişiyle buluşturuverir. Bu heykeller çoğu zaman bir devrin başlangıcını simgeledikleri gibi bir devrin sonunu da nitelendirebilirler. Değişen devirler heykelin alaşağı edilmesi ile sonuçlanır. Bu tür heykeller hâkimiyetin ve düşüşün göstergeleridir. Varlıklarında kamuyu denetim altında tutan, indirilişlerinde ise yeni heykellere zemin hazırlayanlardır. Her düşen heykel bir yenisine davetiyedir aslında.
Kişilerarası İletişimin Belirleyenleri: Mimari eserler
Mimari yapılar hem dönemlerin göstergeleridir hem de insanlar arasındaki ilişkileri belirleyenlerdir. Öncelikle gündelik hayatta kullanılan mimari düşünüldüğünde dar sokaklardaki tek katlı evlerde yaşayan insanların yakınlığı ile geniş mekânlarda, göğe yükselen ve hadsizce gökdelen adı verilen rezidanslarda yaşayan insanların soğukluğu bir olabilir mi? Bir olabileceğine inanmak çok zor çünkü mekân, insanlar arası ilişkiyi belirleyen en temel unsurlardan biridir.
İnsanı esas etkileyen, gündelik hayatın sürdürüldüğü yerlerde karşımıza çıkan ve tarihe doğru uzanan mimaridir. Yüzyıllar öncesinden kalma bir yapının insanı etkilememesi mümkün değildir herhalde. Geçmiş zaman estetiğini ve insanların birbirine saygısını sorgulatır bu yapılar ve o estetik anlayıştan bugünkü yoksunluğa geliş süreci bir soru olarak zihinlerde asılı kalır. Klasik bir örnek vererek zihinlerimizde bir soru daha bırakalım: Birbirinin rüzgârına ve manzarasına engel olmayan evlerin yapıldığı bir coğrafyadan, kendisine iyi bir manzara parselleyebilmek için bir başkasına saygı duymadan mülk peşinde koşanların yaşadığı coğrafyaya doğru geriye evriliş nasıl olmuştur?
Mimari eserlerin bazıları tartışmasız biçimde politiktir. Taksim’de yer alan Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılıp başka bir yapının yapılmasındaki ısrar gibi. Bazen de mimari eser, iktidarın simgesi olur çıkar. Bu simge savaşlarını özellikle dini yapılarda görmek olasıdır. Bosna-Hersek’te Mostar şehrinde camii ve kilisenin yükseklik çekişmesi örneklerden biridir. İstanbul’da Kuzguncuk semtinde yanyana duran camii ve kilise de yıllardır hoşgörünün sembolü olarak sunulmuştur. Oysa kilisenin yanına sonradan yapılmış olan camiiyi bir güç göstergesi olarak da yorumlamak mümkündür.
Sınır Çizenler, Bölücüler: Duvarlar
Toplum hayatında pek çok alanda var olan duvarlar, anlam alanı açısından ayrıştırıcıdır ve kendileri de öyledir zaten. Duvarlar her yerdedir, okulun duvarı, cami duvarı, bir evin duvarı bir mekânı açık olan alandan ayırır. Duvar bir sınırdır, içeridekini içeride tutmaya yararken dışarıdakini ise dışarıda tutmaya yarar. Duvarların ötesine ya da berisine geçebilmek mümkünken bazen ise bu olasılık yok gibidir.
Duvar korumayı amaçlar ve kuşkusuz ayrıştırıcıdır. Çin Seddi’nden Berlin Duvarı’na kadar bölen duvarlarla doludur tarih. Her ikisi de kendilerini düşmanlardan korumayı hedeflemiştir. Bir tanesi silahlı akınlardan korumayı amaçlarken, diğeri karşıt ideolojiyi savunulması gereken olarak belirlemiştir. Bugün ise İsrail ile Filistin arasındaki duvardır en fazla tartışılan. Bu duvar kadar gündeme gelmese de Kuzey İrlanda’da Belfast’ı ikiye ayırır başka bir duvar, elbette sadece şehri değil, insanları da. Türkiye, komşusu ile arasına duvar örmeye çalışırken bir başka duvar ABD ile Meksika’yı ayıracaktır.
Kentin içindeki duvarlarsa bir meskeni diğerinden ya da sokaktan ayırır. Gecekondu bölgelerine inşa edilen lüks sitelerin çevresini sınırlayan yüksek duvarlarsa içeridekini dışarıdan gizlemeye çalışırken aslında içeridekine neredeyse bir hapis hayatı yaşatır. Duvar, sınırları çizerken aynı zamanda merak uyandırandır. Bu denli saklanmaya ve gizlenmeye çalışılan nedir? Ya da duvarın dışında kalanlar öylesine tehlikeli midir? Bir yerde yaşayıp o yere aynı zamanda böylesine yabancı olmak… Genellikle bu sitelerin konumlandığı mahalleler site sakinleri için yerleşim mekânından ziyade gelip geçilen bir yol güzergahıdır. Kent içine dikilen, ayrıştırıcı ve sınıf ayrımcı duvarlardır.
Sanatın Kamusal Hali: Duvar Yazıları
Yukarıda söz edildiği gibi duvarlar bölücüdür ama üzerlerine yazılan yazılar ise bir o kadar birleştirici olabilir. İnsanların anonim olarak kendilerini ifade etme şekilleridir duvar yazıları. Bu yazıyı yazan bazen umutsuz bir âşıktır, bazense idealleri peşinde koşan biri. Ciddi yazılardan, sloganlardan son zamanlarda farklılaşmış olsa da duvar yazıları kamusal alanda bir şey anlatma derdindedir.
Şehrin betonlaşmasının ve gitgide griye dönüşünün içine katılmış, okunduğunda insanda bir umut yeşerten renktir duvar yazıları. Bu yazılar sosyolojik bir çözümleme yaptırabilir bireye. Bulunduğunuz yere göre yazıların içeriği değişebilir. Politik örgütlenmenin yoğun olduğu mahallelerde duvarlarda geleneksel duvar yazıları yer alırken, şehrin daha hareketli bir yerinde neşeli bir devrim çağrısı takılabilir gözünüze. Bazen popülerlik de gizlenir bu yazıların içine. Bazı yerlerde ise duvar yazısı görülmez ya da çok nadir rastlanır. İfadesiz bir mekândır oralar, dertsiz tasasızdır.
Hem duvar resimleri hem de duvar yazıları sanatı sokağa çıkaran, kamusallaştıran girişimlerdir. Sanatı hayatın tam da merkezine koyarlarken, hayatın koşturmacasına katılmış olan insanları, belki bir an için olsa da durup düşünmeye sevkederler. Özellikle yazılar kısa ama vurucudur; resimler ise yine politik mesaj verme kaygısındadır.[4]
Hararetli Tartışmaların Tanıkları: Kent Mobilyaları
Soluklanmaya, dinlenmeye, biraz etrafı izlemeye yarayan şeylerdir kentin içinde yer alan mobilya tasarımları. Çöp kutularından, lamba direklerine kadar pek çok öğe kent mobilyalarının içine giriyor olsa da özellikle banklara yoğunlaşmaya çalışacağız burada. Fakat banklardan önce önemli olan bir diğer şeyi, kent mobilyalarını yazma ihtiyacı duyuyoruz. Onlar da çocukların en temel gereçleri olan parklardaki oyuncaklar.
Çocukların kamusal alanla tanıştığı yerlerdir parklar, başka insanlarla, hayat pratikleri ile karşılaşırlar. Mesela çocuk parkta bir şeyi kullanmak için sıra beklemek gerekliliğini öğrenir., Eğlenmek için gittiği park, bir anlamda eğitim ve disiplin alanıdır. Eskiden daha ağırlıklı olarak tahta malzemelerin kullanıldığı parklar şimdilerde birer plastik yığını haline geldi. Pek de estetik olduğu söylenemeyecek olan çeşitli şekillerdeki kaydıraklar ve salıncaklar da mevcut artık. Evet, renkliler, ilgi çekiciler ama sınırlandırıcılar. Şekli belirli olan bu oyuncaklar, artık çocuğun hayal gücüne göre başka bir şeye dönüşmeye müsait değiller. Gemi şeklinde inşa edilmiş bir kaydırak, artık çocuk için uçak olamaz, yani sınırlandırılmıştır. Bir çocuk onun başka bir şey olduğunu ileri sürse, diğer çocuklar için o öyle olmayacaktır. Toplumsal olarak dayatılandan farklı bakmanın ilk dışlanışını birey artık ilk başta parklarda yaşamaktadır.
Kent mobilyaları konusunda banklar üzerinde duracağımızı belirtmiştik. Bankların dizilişlerinden renklerine kadar pek çok unsurun insanların iletişimini farklılaştırdığını düşünmek mümkün. Renkleri göz önünde bulundurulduğunda banklar tek renktir ve herhangi bir albenisi ya da görsel çekiciliği yoktur. Bir dönem hayatımıza kitap biçimli banklar girdiyse de, varlıkları çok uzun sürmedi. Klasik düz banklar yapıları gereği yanyana oturmak için tasarlanmıştır. Ancak birbirini tanımayan kişiler yanyana oturmaya pek gönüllü değildir. Zorunlu durumlarda oturulsa da çok tercih edilen bir şey değildir. Banka ilk oturmuş olan kişi sonradan oturan kişiden kendi alanına müdahale edilmiş gibi rahatsız olur. Oysa ki sokak mobilyaları ortak kullanıma açık yerlerdir, mülkiyet söz konusu değildir.
Bir diğer bank tarzı ise çember şeklinde olanlardır. Bu çemberde insanlar dışarı bakar olarak oturur yani sokağa doğru dönüktür yüzleri. Çemberi çevirsek nasıl olur? Yani bu bankta oturan insanlar çemberin içine doğru, birbirlerine doğru baksalar? Daha fazla konuşmazlar mı acaba birbirleriyle, bir şeyler paylaşma ihtiyacı duymazlar mı? Konuşmalar, paylaşımlar artmaz mı? İletişim daha güçlenecektir kentin içinde ufak bir değişimle.
Fakat belirtmek gerekir ki yine bu banklar sayesinde gerçek bir kamunun alanı ortaya çıkar. Tanımı bir kez daha anımsarsak, “kamuyu oluşturan tüm bireylerin eşit söz hakkına sahip olabildiği, eşit olarak temsil edilebildikleri ve mücadelelerini verebildikleri bir alandır”. Nice tartışma yapılmıştır o banklarda oturan kişilerin arasında, bazen siyasi, bazen spora ilişkin, bazen ise sanat konusunda.
Sonuç Yerine
Kent uzamı temel unsurları ile iktidar tarafından yapılandırılırken kullanım alanında ise halkın belirli bir ölçüye kadar özgür olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle bu noktada halkın sunulanlarla neler yaptığı önem taşımaktadır. Cadde ve sokak isimleri belirlenmiş olsa da, insanların önceden hafızalarında kalanlarla anılabilir aradan yıllar bile geçse. Bu, bir nevi itaatsizlik olarak değerlendirilebilir. İstanbul’da bir mahalle olan Mustafa Kemal, hala 1 Mayıs Mahallesi olarak anılmaktadır. Resmi kayıtlarda öyle bir mahalle olmasa da bellek kayıtlarından silmek çok kolay olmayabilir. Değiştirilen durak isimleri pek çok insan için hala eski adındadır.
Mekânları birbirinden ayırmak için kullanılan duvarlar siyasallaşmanın ve sanatın birer yüzü olabilir. Merdivenler renkli boyanarak bir isyana dönüşebilir ve hayata renk katılmasını uygun bulmayanlar tarafından ertesi gün griye dönüştürülebilir tekrar, ardından ise yeniden gökkuşağı renklerine.
Bu yazıda kenti oluşturan temel öğeler üzerinden yola çıkarak bir izlenim sunmaya çalıştık. Bu öğelerin çoğaltılması da, belirtilen öğelerin altının doldurulması, daha fazla yazılabilmesi de mümkün. Ancak şimdilik bu kadarla yetiniyoruz. Yapılandırılmış kent uzamının halk tarafından istendiği gibi kullanılabileceğine inanıyoruz.
Her ne kadar siyasi ya da ekonomik iktidar bazı düzenlemeler getirmiş olsa da halk kendi gerçeğini oluşturabilir kent uzamında; tabi yeniden kısıtlanana kadar…
* Bu yazı Ayrıntı Dergi'nin 29. Sayısı olan "Kamu'nun Yönetimi, Yönetim'in Kamusu"   dosyasında yayınlanmıştır. Yazıya http://ayrintidergi.com.tr/bir-mucadele-alani-olarak-kentsel-uzam-ve-toplumun-hafizasi/ linkinden de ulaşılabilir.
DİPNOTLAR
[1] Özellikle başörtüsü üzerinden yapılan tartışmalara gönderme yapılmaktadır.
[2] “İşeyen Çocuk” heykeli
[3] Şehir heykelleri ile ilgili detaylı bilgi için bkz. http://spektakulersehirheykelleri.tumblr.com/
[4] Duvar yazıları için öneri: http://t24.com.tr/k24/yazi/duvar-yazilari,1220
Yararlanılan Kaynaklar
Althusser, L. (2006). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İstanbul: İtkahi Yayınları.
Ayverdi, İ. (2011). Misali Büyük Türkçe Sözlük (Cilt 2). İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.
Özbek, M. (2015). Giriş: Kamusal Alanın Sınırları. M. Özbek (Dü.) içinde, Kamusal Alan (s. 21-90). İstanbul: Hil Yayınları.

30 Haziran 2019 Pazar

Yardım eden yardım alanı sergileme hakkına mı sahip? *


Birine hayır yapmanın vicdani ya da toplumsal ya da her ikisini de kapsayan bir faydası var. İçinde bulunduğumuz ay nedeniyle çeşitli yardımlaşma ve dayanışma faaliyetlerinin de daha fazla ön plana çıktığı bir zamandayız. Peki ama yardım edilenin sergilenmesi ne kadar ahlaki? Bu yazı bu sorudan yola çıkarak ne yapılabilir’e dikkat çekmeye çalışıyor.
Yukarıdaki soruyu hepimiz çeşitli vesilelerle düşünmüşüzdür belki. Benim aklımda bir süredir takılıp kalmasını sağlayan ise bir köy okuluna yapılan destek kampanyasına ilişkin sosyal medya paylaşımı. Büyük bir iyi niyetle çocukların ihtiyaç duydukları şeyler seçilmiş, alınmış ya da paylaşılmış ve sonuçta toplanan ihtiyaçlar okula götürülmüş ve çocuklarla paylaşılmış. Aldıkları hediyeler karşısında çocuklar kuşkusuz çok mutlu olmuşlardır, çok sevinmişlerdir. Hikaye sadece burada bitmiş olsaydı da çocukların mutluluğunu anlayabilmemiz çok güç olmazdı. Ancak hikaye burada tamamlanmamış. Elbette günümüzün şiarı haline gelmiş olan “fotoğrafı yoksa olmamıştır” cümlesi yönlendiriciliğini yapmış. Hadi buna da tamam diyelim, belgelemek için ya da sadece size kalacak bir anı için yapabilirsiniz elbet. Sorun fotoğraf çekmekte değil. Sosyal medya hesabında çocukların her birinin yüzü netlikle seçilebilecek şekilde fotoğrafları yer alıyor. Yardım eden ve yardım alanın birbirini bilmemesi gerekliliğine hala inananlar için konuyu açıklayabilmek çok güç. Her yapılanın başkasına gösterilmesi gerektiğini düşünenlere de konuyu açıklayabilmek aynı oranda zor.
Mahremiyete değer vermeli
Yardım eden ve yardım alan arasında olanın mahremiyeti her daim önemli ama söz konusu çocuk olduğunda ise bu daha önemli hale geliyor. Yetişkinler bu tür yardımlar alırken kameralardan kaçmaya, bazen yüzünü kapatmaya çalışarak kendini görünmez hale getirebiliyor. Konudan bir miktar saparak şunu da belirtmek gerekiyor ki, yüzü gizlemek utanılacak bir şey yapıldığında ortaya çıkan bir davranış biçimi, oysa yardımı alan kişinin utanması gereken bir şey yok. Yüzünü örtmesi gereken kim? Sorusu da bir ek olarak burada kalsın.
Çocuklar kendilerine gösterilen ilgiden memnun oluyor olsalar gerek. Bir etkinlik düzenleniyor, o etkinliğin öznesi onlar haline geliyor, çeşitli hediyeler veriliyor ve mutlu oluyorlar. O sırada gördükleri objektiflere sevecenlikle ve mutlulukla gülümsüyorlar. Onların o fotoğrafların neden çekildiği, nerede kullanılacağı, ileride karşısına çıkıp çıkmayacağı gibi bir soruyu kendisine sormayacağı aşikar, böyle bir beklentimiz de yok elbette. Çünkü o çocuk. Bu soruyu sorması gerekenler yine başkaları.
Etik kodlar belirlenmeli
Çocuğun fotoğraflarda kullanılması ve bunun özellikle sosyal medya üzerinden paylaşılması yani yıllar sonraya bile iz bırakması yardım yapan organizasyonların gündemine alması gereken konulardan biri.  Yardım alan kişinin kimliğinin açık olarak tanınabileceği görsellerden uzak durarak farklı kadrajlar yakalayabilmek elbette mümkün ancak daha uğraş gerektiriyor. Fakat genelde tüm yardım alanların özelde ise çocukların mahremiyeti bu uğraşa değer. Yardım organizasyonlarının kendi faaliyetlerini görünür kılmak için yardım ettikleri kişileri teşhir etme haklarının olmadığının ayırdına varması gerekiyor.  
Sorun genelde yardım alanların kimliğinin görünür şekilde temsil edilmesi. Ancak söz edildiği gibi konu çocuk olduğu zaman hem kendisinin bilinçli bir karar verişe sahip olmaması hem de ileriki zamanlar içinde unutmayan bir belleğe sahip olan internette fotoğraflarının yer alması çocuğun mahremiyetine de zarar verici olarak düşünülmeli. Bu nedenle yardım organizasyonlarının kendilerine konuya ilişkin bazı etik kodlar belirlemesi gerekiyor gibi.

* Bu yazı 09.05.2019'da sivilsayfalar.org adresinde yayınlanmıştır. http://www.sivilsayfalar.org/2019/05/09/yardim-eden-yardim-alani-sergileme-hakkina-mi-sahip/

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bir kadının kendini sevmesi devrimdir



Bazı zamanlarda bazı görseller çok etkiler insanı. Görsel sayfalarca yazıyla anlatılamayanı bir ana sığdırır ama bir yandan da sayfalarca yazıya kapı aralar. Bir kaç görsele yazı borcum var içimde. “Bununla ilgili yazayım” dediğim ama bir türlü oturup yazmadığım. Ama Twitter’da gördüğüm yukarıdaki görsel o hengamenin arasında kalmasın istedim. Gördüğümde çok şey düşündürdü bana. Yazının içimde yazıldığını fark ettikten sonra, içimi deşifre vaktinin geldiğini hissettim.

Bunu göreli 3-4 gün olmuş olmalı. Ara ara döndüm baktım. Sonrasında daha uzatmayıp yazayım istedim. Aslında görseldeki yazı beni çeken. Görselin bir analizi değil peşinde olduğum. Mükemmel bir tespitin slogana dönüşümü: “Bir kadının kendini sevmesi devrimdir”. Aslında her insanın kendini sevmesi devrimdir. Lakin kadınlık üzerinden kurgulanmış bu sloganı bozmaya hiç niyetim yok. Bir kadın olarak kendimi sevmenin değerini anladığımı bu slogan bana yeniden idrak ettirdi.

Ne peki bu sloganın ya da gayet yerinde olan tespitin bana çağrıştırdığı? Öncelikle şunu söylemeliyim. Evet kendimi seviyorum. Özellikle Kadıköy civarında gözüme çarpan duvar yazılarında gördüğün #iyikivarım’ı da görünce epeyce eğlenmiştim. Fakat bu kendini sevmek konusu benim için özellikle günümüzde sosyal medyanın da körüklemiş olduğu bir narsizmden uzak. Gölde kendine hayran bakan bir Narkisos hayranlığı ya da beğenisi değil. O yüzden üzerinde konuştuğumuz cümle bana ilk başta beğenmek kelimesini getirdi.

Bir beğeni değil kendimi sevmem. Beğeni biraz daha fiziksele yönelik gibi geliyor kulağıma ve öyle gelince tırmalıyor da. Sürebilen bir şey de değil beğeni. Bugün beğendiğimizi yarın beğenmeyebiliriz sonuçta. Ve önemlisi belki şu ki beğenmediklerimizle de sevebiliriz. Kendini sevmek bu yüzden devrim belki. Kendime duyduğum ne Narsisizm ne beğeni. Daha dostça bir sevgi. Nasıl ki dostlarımızın iyi yönleri ve kötü yönleri varsa ve biz koşulsuzca kabuleniyorsak öyle bir sevgi. Beğendiklerimle ve beğenmediklerimle bir sevgi. Dış görünşten ve dış faktörlerden uzak bir sevgi.  Dış görünüşü tamamen yadsımak değil söylediğim ama başkası ya da başkaları içinden daha çok kendim istediğim için bir şey yapmak ya da yapmamak. Zaman zaman gelen eleştirilere rağmen (ki içimden hep “sizene” diyorum) saçımı boyamamak mesela. Canım istiyorsa makyaj yapmak istemiyorsa yapmamak. Bazen daha özenli giyinmek bazen ise hiç özen göstermemek. Hem öylesini hem de böylesini seviyorum. Aynaya baktığımda gördüğüm şeyi beğenmiyor olabilirim ama seviyorum.

Lakin tek mevzu dış değil işte, iç de önemli. Çok mu klişe? Önemli olan iç güzelliği falan hani. Öyle değil. Koşulsuz ve şartsız sevebilmek. Kendimle barışıp kendimi temize çektiğimden beri koşulsuz sevebiliyorum. Kendimi de başkalarını da. Her şeyimi beğenmiyorum ama beğenmiyor olmama rağmen seviyorum. Bir ateşkes değil, bir anlaşma gibi. Hatalarımla, keşkelerimle, iyi ki’lerimle, pişmanlıklarımla... Hepsini cem ederek anlaşıyorum kendimle. Belki dışarıdan gelen eleştirileri çok sevmiyorum ama kendimi acımasızca eleştiriyorum, lakin kırmıyorum. Kırarsam o kırıklar önce bana sonra başkalarına batıyor çünkü. Kendimi ve başkasını kanatmayı hiç gerekli görmüyorum.

“Bir kadının kendini sevmesi devrimdir”. Çünkü bir kadın kendini sevebilmek için kendi dışında konuşulanlardan, onu şekillendirmeye çalışanlardan, toplumsal baskılardan önce uzaklaşmak zorundadır. Tamamına tıkayabildim mi kulaklarımı? Belki hayır. Ama çoğuna tıkayabilmeyi öğrendim. Öğrendiğimiz vakit kendi doğrularımızla yürümeyi öğreneceğiz. Topuklu ayakkabı giymeyi onaylamayan kadınlara da tıkadım, aile olmanın yolunun çocuktan geçtiğini savunanlara da. Belirlenmiş kalıp doğrular kime göre ve neye göre doğru, neye hizmet ediyorlar acaba? Belki önceden çoğumuz sorduk bu soruyu kendimize. Uygulamaya geçmek çok kolay değil, birden her şeyi yıkarak da olmuyor, adım adım oluyor. Belki devrim değil, evrim benimki. Ama daha ayağı yere basıyor, daha içselleşiyor. Lakin evrim de olsa devrim de olsa, bir kadının kendini sevmesi bir dönemeç oluyor, bir kilittaşı. “Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diyor ya hani şair her şey kendini sevmekle başlıyor ama her şeyiyle sevmekle, iyisiyle de kötüsüyle de. İnsan kendini sevdi mi kırıklarını başkalarına batırmıyor.

4 Ocak 2019 Cuma

Ceren Damar'ın Ardından


Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi olan Ceren Damar bir öğrencisi tarafından öldürüldü. Günlerdir haberlerde okuduğumuz bir cümle bu. Henüz araştırma görevlisi, akademide uzun bir yol vardı önünde ve geçmiş zamanlı bir cümle kurmak ne zor gencecik bir kadın için. Upuzun bir hayat olacaktı önünde, sınav kaygıları olacaktı, uykusuz geceleri olacaktı makale yazma uğraşında olduğu. Bir vicdansız aldı aramızdan falan demeyeceğim, iş o kadar basit değil çünkü, çok yönlü.
Bir hukuk öğrencisi Damar’ı öldüren, fakültesinin bir nebze önemi var elbet ama en başta bir üniversite öğrencisi. Toplumun çoğunluğundan eğitim, entelektüel birikim, insana bakış olarak farklı bir noktada durmasını beklediğimiz bir birikime sahip olduğunu varsaydığımız bir üniversite öğrencisi cana kasteden. “Geçmem için kopya çekmem gerekiyordu” diye kendini savunmaya çalışan biri. Yanlış burada başlıyor. Çünkü nasıl bir “özgüven” ile yetişiyorsa bu çocuklar, başarı için her yolu mübah görebiliyor. Başarısı, suç olan bir şeye bağlı ise eğer hatayı kendinde değil, onu görmezden gelmeyende arıyor. Bu haklılık paranoyasını ilk kez duymuyoruz ama bir cana mal oluşuyla sanırım ilk kez karşılaşıyoruz. Sınav sırasında uyarıldığında kendi haklı, uyaran haksız gibi laf söyleyeni ile ilk kez karşılaşmıyoruz. Bu ahlaki yoksunluğun sadece bu çocukların kendileri ile ilgili olmadığını da bir yere yazmak gerekiyor. Şu an üzüntülerini dile getiren akademi camiasının içinde bir başka hocayı arayan ve “hocam, görmezden gel”, “hocam geçiriversen” diyen hocaların olduğunu öğrencilik zamanımızdan beri biliyoruz. Bu cinayette hepsinin parmağı var demeye dil varmıyor… Birileri nasılsa ardımı toplar diye düşünüyorsa çocuklar fütusuzca davranıyor.
Bir diğer yan ise Ceren Damar, başka bir hocanın sınavının düzenini korumak için olmuş canından. Gözetmenlik yaptığınız sınavın düzeni size emanettir. Bir hoca diğer meslektaşına güvenerek o sınavı teslim eder. Sözlü olarak söylenmesine gerek yok bunun, sınavda gözetmen olmak bu demek. Yani birinin size verdiği emanete sahip çıkmaya çalışmaktır aslında sınavın düzenli geçmesini sağlamak, diğer yandan diğer öğrencilerin hakkını gözetmektir. Farklı nedenlerle sınava çalışamamış öğrenci mutlaka vardır o sınavda ama gözünü ne başkasının kağıdana diker, ne de kopya için herhangi bir adım atar. İşte o çocuğun hakkını gözetmek de gözetmenin işi olur o noktada. Ceren Damar tüm bunları gözettiği için yaşamıştır bunu o halde. Birinin görmezden gelinmesi aynı dersin sınavına giren diğer çocukların hakkına kastetmektir çünkü. “Ne var yani birini görmezden gelse” meselesi değildir bu nedenle.
Bir diğer taraf ise kadın olmakla ilgili. Ceren Damar cinayeti bir kadın cinayetidir, politiktir. Neresi politik denebilir, şöyle açıklayalım: Bir çok alanda kadın olarak çalışmanın belirli zorlukları akademide de mevcuttur. “Kadına uygun meslek” damgası ile damgalanmış olan çalışma alanlarından biridir akademide olmak. Her ne demekse “kadına uygun meslek”. Akademiyi sadece derse girip çıkmak olarak düşünen zihniyetin yaftasıdır bu. Oysa asla işi işte bitmeyen bir meslek akademisyen olmak, gerçekten seven için işten öte hayat tarzıdır zaten. Ataerkil sistemin üniversitelerde de kök salmış olan yapısını görmek gerek. Erkek öğrenci de kadın öğrenci de kadın akademisyene erkek akademisyene davrandığından farklı davranabilir, elbette hepsi için geçerli değildir ama hiç de azımsanmayacak bir ihtimaldir. Daha kolay sindirebileceğini düşünebilir, çünkü toplumsal algıdan kopuk değildir onun düşüncesi de. Öğrenciden daha ziyade akademideki diğer meslektaşların düşünceleri daha rahatsız edici olabilir. Hiçbir erkek hocanın özel hayatı ile ilgili yorum duymadım şimdiye kadar, oysa kadınlarla ilgili olarak ne kadar fazlasını duydum. Evli olmaması, çocuğunun olmaması gibi türlü şeyler. Biraz asabi ise evli olmamasına bağlanır, öğrencileriyle ilgileniyorsa “çocuğu yok ya”dır.
Üniversitedeki ataerkil sistem sadece akademisyen kadını değil, öğrenci olan kadını da dışlar. Herhangi bir taciz suçlamasında “Allah bilir öğrenci ne yapmıştır”ı duyarsınız ya da “Yazık adamın ailesi var”ı. Kadının yok mudur, kadın öğrencinin yok mudur, incinmemiş midir o? Kim kimi koruyordur? Kim kimi ne için koruyordur? Ahlak nutukları atanlar için turnusol kağıdıdır bu.
Sonuç… Sonuç genç bir kadının ölümü, öldürülüşü. Öldürenin hukuk öğrencisinin oluşu önemli mi? Evet. Adalet anlayışının nasıl değiştiği konusunda önemli. Hakkın, yasanın, kuralın nasıl anlaşıldığı konusunda önemli.

5 Aralık 2018 Çarşamba

Akademide sözlü gelenek


Yaşanan tüm dijitalleşme sürecine rağmen bazı noktalar hala direngen. Hatta öyle ki o noktalar önceki gelişmeler olan yazıya da matbaaya da direniyorlar.
Bazı kurumların kendilerine has gelenekleri var, akademi de bunlardan biri. Her ne kadar hocalarımızdan duyduğumuz bazı gelenekler sürmese de devam edenler de var. Bu geleneklerin en başında gelenlerinden biri de sözlü gelenek. İletişim tarihi ayrımlandırılırken dört dönemden söz edilir. Sözlü, yazılı, basılı ve elektronik dönemler. Bunlara ayrıca sonrasında dijital kültürü de eklemek elbette kaçınılmaz.
Her gelen dönem bir öncekinin etkisini azaltmıştır. Ancak akademi belirttiğimiz tüm dönemleri içinde barındırmakla birlikte sözlü geleneğe ayrıca önem verir. Sınav kağıtlarını yazılı, yayınlanan çalışmaları ise basılı gelenek altında değerlendirmek mümkündür. ancak akademinin olmazsa olmazı (en azından şimdilik) ders anlatmak, sözü kurmaktır. Tüm gelişmiş imkanlara rağmen bir mekanda toplanarak (ki burada mekan sınıftır ama illa gerekli de değildir) konuşup tartışmak değerlidir. Sesli okuma yapmak elbette sözü kurma içinde değerlendirilemez. Çünkü sözü söyleyebilmek kendinden bir şey katabilmeyi gerektirir.
Sadece ders anlatmak değildir akademinin sözlü geleneğini yansıtan. Tez savunmaları da bunun temel göstergesidir. Tezin kabulü yazılı unsur üzerinden gerçekleşse de sözlü savunma yapılması şarttır. Lisansüstü mülakatlarda ve doktora yeterlilik sınavlarında da benzer bir süreç işler.
Felsefe tarihine bakıldığında da sözün içten yani ruhtan geldiğini düşünenlerin sayısı az değildir. Söz içten geldiği için de hakiki olanı yansıtır. Yine Sokrates yazıyı dışlarken sözü öne çıkarır.
Akademik kurallar düşünüldüğünde yazmak önemli olsa da yeterli değildir, söz ile dışarı aktarılması gerekir. Yazmak ve okumak yeterli değildir akademi için. Sözü kurabilmek ve kurulanı aktarabilmek için söz ile söylenmesine ihtiyaç duyulur.
Söz ruhun bir parçası ise eğer (ki inanılan öyledir) ruhu üfleyebilmek için söze gerek vardır.