Suruç’ta 30 gencecik insan ölmüş (daha artmasın ne olur),
öyle birden pat diye patlamış bir şey, nasıl canları yanmış kimbilir. Yıkılan,
yeniden ayağa kalmaya çalışan bir şehre yardıma gideceklerken, gitmeden
toplanmışlar, yapmışlar neşe ile kahvaltılarını, fotoğrafları var ve belki çoğu
yok şimdi. 30 gencecik insan, sabah var şimdi yok…
Haberler bir yanda televizyonda dönüp duruyor. Bir yandan
internete bakıyorum, sosyal ağları tarıyorum. Orada olan ama artık olmayan
kişilerin profilleri paylaşılmış. O 30 kişiden biri, ikisi, derken üçü beşi
sayılardan çıkıp kanlı canlı karşımda duruyor, ne güzel gülmüşler, gencecik,
19’unda, 20’sinde. Yazılanlara bakıyorum, daha önce öğrencim olmuş kişilerin
bazılarının yazdıklarını görüyorum, şu an anmak bile istemiyorum yazılanları.
Kendime soruyorum: “Hiç mi bir şey yapamamışım. O kadar anlatmaya çalıştığım
insanlık değerlerini, insanın önemini hiç mi anlatamamışım, bir damla bile mi?”
Başkasının acısına nasıl böylesine sevinir olmuş insanlar ne aklım ne yüreğim
alıyor. Yüreğim yerinden çıkacak gibi oluyor, beynim zonkluyor. O sırada bir
arkadaşım yazıyor: “Suruç’ta öğrencim ölmüş.” O cümleyi biliyorum, o cümlenin
altındaki isyanı biliyorum. Derste gözlerine bakmıştır, notuna itiraz etmiştir,
belki tartışmıştır, çay içmişlerdir birlikte, sınavda omzuna dokunmuştur belki.
O’nun öğrencisi ölmüş, benim öğrencimin insanlığı ölmüş. Hangisi daha acı,
hangisi daha büyük kayıp? Boşuna mı uğraşıyoruz diyoruz, boşuboşuna mı?..
Sonra yine aklıma geliyor o öğrencimin yazdıkları… Ardından
arkadaşımın yazdığı…
30 gencecik insan, sabah var, şimdi yok…
Ve yine soruyorum, “boşuna mı uğraşmışız, tek damla bile mi
anlatamamışız?”