Yaşanan tüm dijitalleşme sürecine
rağmen bazı noktalar hala direngen. Hatta öyle ki o noktalar önceki gelişmeler
olan yazıya da matbaaya da direniyorlar.
Bazı kurumların kendilerine has
gelenekleri var, akademi de bunlardan biri. Her ne kadar hocalarımızdan
duyduğumuz bazı gelenekler sürmese de devam edenler de var. Bu geleneklerin en
başında gelenlerinden biri de sözlü gelenek. İletişim tarihi ayrımlandırılırken
dört dönemden söz edilir. Sözlü, yazılı, basılı ve elektronik dönemler. Bunlara
ayrıca sonrasında dijital kültürü de eklemek elbette kaçınılmaz.
Her gelen dönem bir öncekinin
etkisini azaltmıştır. Ancak akademi belirttiğimiz tüm dönemleri içinde
barındırmakla birlikte sözlü geleneğe ayrıca önem verir. Sınav kağıtlarını
yazılı, yayınlanan çalışmaları ise basılı gelenek altında değerlendirmek mümkündür.
ancak akademinin olmazsa olmazı (en azından şimdilik) ders anlatmak, sözü
kurmaktır. Tüm gelişmiş imkanlara rağmen bir mekanda toplanarak (ki burada
mekan sınıftır ama illa gerekli de değildir) konuşup tartışmak değerlidir. Sesli
okuma yapmak elbette sözü kurma içinde değerlendirilemez. Çünkü sözü
söyleyebilmek kendinden bir şey katabilmeyi gerektirir.
Sadece ders anlatmak değildir
akademinin sözlü geleneğini yansıtan. Tez savunmaları da bunun temel
göstergesidir. Tezin kabulü yazılı unsur üzerinden gerçekleşse de sözlü savunma
yapılması şarttır. Lisansüstü mülakatlarda ve doktora yeterlilik sınavlarında da
benzer bir süreç işler.
Felsefe tarihine bakıldığında da
sözün içten yani ruhtan geldiğini düşünenlerin sayısı az değildir. Söz içten
geldiği için de hakiki olanı yansıtır. Yine Sokrates yazıyı dışlarken sözü öne
çıkarır.
Akademik kurallar düşünüldüğünde
yazmak önemli olsa da yeterli değildir, söz ile dışarı aktarılması gerekir. Yazmak
ve okumak yeterli değildir akademi için. Sözü kurabilmek ve kurulanı
aktarabilmek için söz ile söylenmesine ihtiyaç duyulur.
Söz ruhun bir parçası ise eğer
(ki inanılan öyledir) ruhu üfleyebilmek için söze gerek vardır.