Hayat, yaptıklarımız ile yapmak isteyip de yapamadıklarımız arasında
geçiyor. “Yapmak isteyip yapamadıklarımız”ın içini ne bir toplumsal baskı ne de
kendi iç hesaplaşmalarımız dolduruyor. Sorun belli: Zaman.
Modern insanın sıkça duyduğu zaman yönetimi diye bir kavram çıkıp
gelmisin akıllara. Zira biz zamanı değil, zaman bizi yönetiyor. İnsanın
hadsizce herşeyi kendisinin yapabileceğini düşünme hastalığından ibaret zaman
yönetimi kavramı oysa ki, tıpkı insanın doğanın da efendisi sandığı gibi
kendini. İnsanın kendi dışında gelişen ve değişen herşeyi kontrol altına alma
çabası belki de mutsuzluğun en baş sebebi (mutluluk nedir, mutlu olmak
gereklilik midir, mutluluk hayatın tümüne yayılmalı mıdır soruları ayrı bir
tartışma olsun).
Zamanı doğru kullanmak da değil sorun. Nasıl kullanılır bir zaman?
Parçalara mı bölünür? Aslında bölünmüştür. Dakikalar, saatler, günler,
haftalar, aylar, yıllar… Hepsi bu bölünmenin eseri değil mi? “Şu zamanda şunu”,
“Bu zamanda bunu” yapmak gerekir der hep dışarıdan sesler ve nihayet iç
sesimizi de ehlileştirir bu dış sesler. Kendi kendimize söyler dururuz dış
seslerin cümlelerini ve ekler dururuz “şimdi zamanı değil”, “şimdi bunun
zamanı” ve “artık kaç yaşındasın” dayatmalarını, içimiz yönlendirmese de iç
sesimizi. O dış sesler nasıl da şekillendirmeye başlar iç sesimizi, o ses bize,
biz o sese yabancılaşırız ama yine de birbirimizi sever gibi yaparız. Disipline
edilmiş bir sestir oysa ki o.
Ve belki de en manasız olan ifade zamanla ilgili: Zaman ayırmak. “İnan,
hiç zamanım yok. Olsa ayırmaz mıyım sana?” cümlesini veya tam olarak aynısı
olmasa da benzerini birilerine kurmuş veya birilerinden duymuşuzdur. Her şeyi
kendi hakimiyeti ve mülkiyeti almaya çalışan insanoğlunun aymazlıklarından
biridir. Önce kabul etmek gerekir ki; sahip olabildiğimiz bir zaman yoktur
elimizde. Diğer yandan hepimizin en az bir kez kurmuş ve duymuş olabileceği
cümlede yatan anlam ise zamanın olmadığı değil, “seninle geçireceğim zaman yok”
demektir. Birlikte olmak isteyen birine başka şeyleri boşverip yanına gidememek
değil, gitmemek demektir aslında.
Zamanımız yok doğru, çünkü zaman bizim mülkiyetimizde olabilecek bir
şey değildir. Dağlardan gelip bir umumi çeşmedeki su ne kadar bizim ama “bizim”
suyumuz değilse, zaman da o kadar “bizim” zamanımız değildir. Birileri o suyu
şişelere koyup satarsa işte o zaman o su “bizim” suyumuz olur, neyse ki henüz
şişelenen bir zaman yok, o halde zaman üzerinde mülkiyetimiz yok. Bir mülkiyet
değil ama bir aidiyet varsa o da bizim, zamana ait olduğumuzdur. Narsistlikten
uzak bir şekilde aynaya dönüp bakarsak yüzümüzdeki güzel çizgiler, beyazlayan
saçlar zamanın üstünlüğünü gösterir bize; boyalar ve çeşitli yüz gerdirme
işlemleri ise zamanı yenmeye çalışan hırslı insanlığı koyar gözümüzün önüne.
“Zamanla yarışırız”, “zamana direnmeye çalışırız” ama yeri gelince de
uysal bir kedi gibi “zamana bırak”ırız. En büyük düşman, en güçlü rakiptir
zaman insanlık için, hep yenmeye, hep yetişmeye çalıştığı. Ne karşımızda ne de
uzağımızdadır oysa zaman. Hava gibidir, tam da bizi çevreleyen ama bizim fark
etmediğimiz. Dost gibidir, yoldaş gibidir her yolu birlikte adımladığımız. Onunla
yarışmaya, ona direnmeye gerek yoktur. Ne önünden koşabiliriz ne gerisinde
kalabiliriz söyledikleri gibi.
Gereken onunla kavgadan vazgeçip birlikte yürümeyi öğrenmek.
Ve evet “zaman yok”.
Zaman, bizim içimizde.
Biz, zamana içkin.